6/22/2010
TENHA şiir
Sarı bir tenhada kaldım bugün,yalnız başıma
Gülüşleri ömre bedel güzelin sözünde eridim
Kader bir mızrak misali çaldığında kapıyı
Gelecek yollarım kapanmıştı.
Yıllar Ganj nehrine dokülmüş günahlarımdı
Çocuklar rengarenk bahar rengine boyanmış
Bulutlar bahar calgısından uzaktı
Aşkım baharın ahenginde kalakaldı
Şimdi mızraklı bekçinin rehinesiyim
evimin çatısında Semurglar uçuşur
gazel okur yolunda nurcihanlar
sözler heybelere doluşur
ŞEYDA KOÇ
www.seydakoc.com
6/19/2010
MAVİ KABUS
Amsterdam’da şafak vakti;
Çok deprasantlar geçti gecelerimden. Yorgun sırılsıklam gecenin ardından ayaklarım kendini yolda buluverdi. Kaldırımlar kayıyordu yanımdan.
İleride duruyordu mavi saçlı kız, elinde yanan bir meşale. Sokağın tam dibinde benim göz hizamda duruyordu. Korkarak yaklaştım. Bakışlarını bana çevirdiğinde üzerimdeki deri ceketin daha bir ıslandığını ağırlığından farkettim. Bu gizemli kadının gözleri sokak lambasının ardında sedefe dönen gökyüzünün kızıllığınından daha kızıldı. “Gel” dedi. Belli belirsiz ya da ben o şekilde duymak istemiştim. Ardındaydım şimdi.
Usul usul geçiyorduk kimi ışıkları yanan ıslak duvarlı evleri. Dokunmaya kıyamıyacağın çiçekleri ile küçük ön bahçeri tek tek geride bırakıyorduk.
Sonra söndü ışıklar bir bir, biz yürüdü yürüdük. Postallarım ileriye doğru çekiyordu beni. Bende itiraz edecek güç yoktu. “Kim olabilirdi”. kimdi bu kızıl gözlü? Üzerinde çiçekleri solmuş siyah jarse bir elbise boğazına doladığı uzunca ince bej bir tül. Saçları kulaklarını adeta zorla sarmalayabilmiş bir şekilde kısacık. Yürüdükçe karardı gece. Puslu geçen gecemin nane limon kokusu da çok gerilerde kalmıştı!. Geriye doğru döndü. Durduk. Baktı gözlerimin taa içine doğru. Elindeki tarih öncesi meşalesi ile ayağında kavlamış çarıklar tuttu elimi. Sokağın nasıl bitiverdiğini hatırlamıyorum. Girdiğimiz iki ağacın arasındaki kuytuluktan, toprak merdivenleri inmeye devam ettik. Ya bendim elini tutan, ya da o. Pek farkında değildim, ama korku yoktu içimde erimişti; korkuları yakmıştım geceden. Merak da yoktu atmıştım seneler öncesinden. Kadın mıydı üçüncü bir cins mi?
Dar merdivenleri inerken üzerimde ki ağırlığımın kokusu duvarın nem kokusuna karıştı. Sigaramı yakmalıydım, ama nasıl? Sol elimle sigara yakmağa alışmadım hiç.
“Dur”. dedim. Bir sigara yakmalıyım.
“Şimdi mi”? dedi. İniltili, cılız ve kadınsı durmayan sesi berbattı.
“Evet şimdi maalesef birlikte yürüyoruz. Bir saat oldu. Hatta geçti bile. Bir şey soramadım. Uzaylı mısın? İn mi, cin mí, peri mi hiç bir fikrim yok.Eh, tamam güzel de yürüyoruz el ele. Ama dört büyük melekden biri de olsan ben sigaramı yakmalıyım. Durum bundan ibaret.
“Tamam. Yak o zaman.” dedi. Mavi saçlı, kızıl gözlü elinde meşale olan kadın, lütfetti anlayacağınız. Durduk. Oturdum. Çamurlaşmış bir zemine oturduğumu çok geçmeden farkettim. Acele bir sigara yaktım ve içime çektim.. “Ooh be” dedim. Birkaç nefesten sonra kadın elimi tuttu yine.
“ Kalk” dedi.
Annem bu kadar elimi tutmamıştır. Bu kadar hevesli, şefkatle. Yola devam ettik. El ele bu çok güzel ama, donuk bakışlı kadının. İlerledik. Ah,bir de o sesi öyle olmasaydı. Metalik gri bir ses.
Ardından merdivenleri yukarı doğru çıkmaya başladık. Bir müddet sonra yol düze döndü ama, koridor darlaştı. Ölmüştüm de yoksa ölüm meleği dedikleri miydi bu! Ama yok, dışarı çıktım sabahın ilk ışıkları düşmüştü ve yağmur yağıyordu. Ölsem bu kadar derinden hissedemezdim herhalde an be an.
‘’Kimsin sen?’’ dedim.Sordum.sorma mıydım. Siz söyleyin?
“Ben senin geleceğinim, ben senim.” dedi.
Bir ayaklarındaki çarığa benzer ayakkabıya baktım. Bir de elindeki meşaleye. Gayri ihtiyari dudak büktüm.
“Hadii canım, kafam iyi de o kadar da değil yani. Sen aynada kendini hiç görmedin galiba, kusura bakma ama, ne alaka.”
“Evet “dedi. “Geleceğinizde elektrik de yok, ayakkabı da, üzerimdeki ise ipek kuşunun bizlere armağanı. Olabilecekleri olması muhtemel şeyleri. Yaşadığın döneme göre kıyaslama.”
“Dünya dünyadır bundan ötesi on ya da yirmi sene dünyanın sonu geldi. Sen duymadın mı ekolojik tehlike diye birşey?” diye sordum.
‘’Kalıntılarınızın arasında çok gezindim işim gereği, arkeoloğum. Ben sizin kadınlarınızın evrim sürecindeki geleceğiyim. Sizin teknolojiniz kısmen bize ulaşsa da size neye malolduğunu gördük ve reddettik kullanmayı. Uzun uzun anlatmak isterdim, ama senin bu yorgun halinle ve anlamaya kapalı dimağın ile zor olur. Sadece şunu bilmelisin. Gelecekte ben senin ruhunu taşıyorum. Oldukça da ağırlaşıyorsun üzerimde. Senin depresyonun ve antideprasanların etkisi bana kadar süregeldi. On dördüncü kuşağım. Artık çekemez olduğum için bu sıkıntıya bir son vermek istedik ve ne derler siz de, bilge Niri’ye gittim. Sebebini sordum. Kendine has metodu ile seni yansıttı içime. Şimdi gel benimle.’’
Aman tanrım uyuyor muydum. Uyanık mı? Kâbusda mıydım? İşte şimdi işkillendim. Bu da neyin nesiydi. Fakat uyanıktım. Yürüyerek gelmiştim buraya. Bu gerçekti.
İlerledik dar koridoru geçip tahta bir kapının önüne geldiğimizde heyecanlanmadım desem yalan olur. Kapıyı meşalenin dip kısmıyla çaldı..
“tak..tak… tak..tak.. tak!”
Kapıyı cılız cüssesine rağmen bayağı sert çalmıştı. Tahtaların arasından arkası görünen derme çatma kapı ardına kadar açıldı. Bir adım geri attım. Önümde duran kız kıpırdamıyordu. Aslında kırmızı gözleri bile olsa yine de güzeldi. Güzeldi ama ürkütücüydü de aynı zamanda. Anlamadığım ‘tekrardoğum’ denen olay ne kadar gerçek olabilirdi ki? Parlak mavi saçlarının yansıması gözümü alıyordu. Kokusu çiçeği andırıyordu.
Saatlerce yolculuk boyunca merak ya da heyecanım bu kadar yoğun oluşmamıştı bende. Oluşmazdı da. Yani normal hayatımı sorarsanız; Evimden haftanın ilk üç günü dört saatliğine çalıştığım büroma gider, birkaç çeviri yapar, yeni yetme asistanların soruları cevap vererek yarım saat kendini iş yapmış sayar ve eve dönerdim. Patronum Cemil bey babamın çocukluk arkadaşı olmasa muhtemelen şimdiye kadar kovulmuştum. Bol kahve ve sigaradan başka bana sadık bir dostum da yoktu. Kadınlar içki kokusundan sanırım artık yanıma yaklaşmaz olmuştu. Akşamları köşedeki ‘Lori’nin cafesine uğramasam gecenin sonunda iyice koyulaşan yalnızlığını kaldıramıyordum.
Yo yo. Bu hiç inandırıcı değildi. Gecenin bir vakti bir kız karşıma çıkıcak ve beni alıp şehirden uzaklaştıracak. Usulca girdiği bilmem neresi olan kuytuluktan yerin bilmem kaç kat dibine indirecekti.
İçeri girdik. Ağır adımlarla yanyana ilerledik. İleride loş bir aydınlık vardı. Karanlığı yarıp ona doğru ilerlediğimizde Hoywood filmlerinden fırlamışçasına bir adam. Kocaman çok kalın tahtadan bir sandalyede oturuyordu. Elleri sandalyenin tokmağında, tırnakları yaşlılıktan kalınlaşmış ve iri elleri, iri parmakları sallanıyordu aşağı doğru. Birkaç basamak yukarıda olan bu adama anlayacağınız tırnaklarını görecek kadar yaklaşmıştık. Karşımda duran adam oldukça cüsseli biriydi. Sessizce gözlerime bakıyordu. Göz bebekleri beyazı görünmeyecek kadar iri ve siyahdı.
Yanımdaki maviş hatun seslendi ‘Niri’ ye; ama farklı bir lisandı şimdi anımsıyamadığım. Yarı Arapça, yarı İsrail duvarında gördüğüm yahudilerin okuduğu dil gibiydi ama, her ikisi gibi değildi telafuzu kargacık burgacık sözlerden sonra tekrar usulca bana döndü kafası, iri adamın saçları beyaz beline kadar uzundu, uçları at yelesi gibi sivri ve dağınıktı. Kalın ve tok sesi ile ‘Sahi’dedi. Beni işaret ediyordu.
Belli ki maviş beni takdim etmişti..
Gülümsememi engellemeye çalışarak bana bakan kıza dönüp, “Şimdi ne yapmalıyım? Ne demeliyim. Bir fikrin vardır değil mi?” diye sordum.
“Seni anlıyor merak etme. Şimdi bizi yardımcı olmamız için sen çağırdin ve burdasın. İçindeki sıkıntıya çare bulmak için Niri seni yanına çağırıyor.’’ diye cevap verdi.
“Deli olmalısın herhalde? Satanist misiniz nesiniz? Hangi tarikattansınız anlamadım ki’’ diye sözde kadına söylendim.
“Hiç de normal sayılmaz yaşantının farkındayız. Sen ve senin gibi yüzlerce binlerce kişi var gelecekte torunlarının genleri ile oynayan. Onlara kalıtsal hastalıklar bırakan bugün sen seçildin. Çağrına karşılık verildi. Bunun kıymetini bil iyi değerlendir.”
Tanrım delirmek üzereydim. Anlaşılan bu ilginç törene uymaktan başka çarem yoktu. Bilgisinden ağırlaşmış adeta sandalyesine yapışmış olan adama yaklaştim . İki basamak çıktım. İşte yanındaydım. Adam maviş hatuna döndü; ‘Kena.’ diye seslendi Yine anlamadığım şekilde birşeyler dedi ve kızıl gözlü kadın elinde ki meşale ile o yokoldu gitti . Kena gitmişti. Yoktu. Beyaz saçlı adam, ben bir sandalye ve kaynağı olmayan loş bir ışığın haricinde heryer karanlıktı sessizdi.
“Otur. Yanıma anlat.’’ dedi. Nedir sıkıntıların?”
Şaşırdım gayet güzel Türkçe konuşmaya başlamıştı adam. Anadilimde konuşuyordu. Karşımdaki görüntüsü kadar sesi de ciddi gelen adama üstün körü cevaplar veremezdim. Aslında kaybedecek birşeyim de yoktu. Ha, sigortamdan yüzlerce euro verdiğim pskiyatristim, ha.. bu adam ne kaybım olurdu ki, diye düşündüm.
“Haklı olabilirsin” dedi.
Düşüncemi okuyordu. Bu mümkün müydü? Flalamanca düşünsem, Flalamanca yanıt gelecekti muhtemelen. Düşündüğümden çok daha pişişik bir olayın içinde olduğum muhakkaktı.
“Çok zorlama kendini” dedi ve devam etti. “Nedir bu kadar bedenine zarar vermen, siz zamanın gerisinde ki insanlar üzerinizde taşıdığınız elbiseler kadar değer vermiyorsunuz kendinize. Üzerindeki deri cekete bir aylık kazancını verdiğini düşünüyorum mesela. Mesela bir yığın paranı da aylık sözde anlık keyiflere harcıyorsun. Para kazanmak senin için çile iken, kolayca harcayabiliyorsun da. Dünyanın düzenine isyanın, ama bu düzeni körüklüyenlerdensin, milyonlarcası gibi.”
Sinirlenmiştim.
“Evet, hepsini biliyorsun. Ne anlatmamı istiyorsun? İşimden memnun değilim. Evimden memnun değilim. Arkadaşlarımdan memnun değilim. Bu memnuniyetsizlik içinde benim sigaram, alkolüm mü çok geldi sana. Bilge olduğun söylendi. Dünyaya neden geldiğimizi söyle bana. Bu kadar sıkıntı niye?İnsanlar dünyada hep acı çekiyor, çekmeyeni söyle bana. Dünyada bunca savaş ve acı yaşanıyorken benim acılarım ne ki!? Size ne benim derdimden?”diye koyuverdim ağzıma gelenleri..
‘’Sana bir şey söyleyeceklerimi dikkatle dinle, böyle giderse üç sene sonra ciğerlerinde rahatsızlık başlayacak. Zengin babanın imkânları ile uzun tedavilerden geçeceksin. Sonra böbreklerin seni sen olmaktan çıkaracak bir yığın ameliyatın sonucunda 10 seneye kadar bu dünyadan göçeceksin.’’
Öldüm mü ben yani?’’
“Hayır, olabilecekleri söylüyorum. Korkma.’’
“Başkalarına göre oldukca basit ama beni yoran hayat bu. Yakınlarım bana hep sıkıntı verdi. Karım daha evliliğimizin birinci yılında terketti. Kararsızmışım. Karşılıksız birşey veremezmişim. Sevmeyi bilmezmişim. Peehh. Her şey karşılıklıymış benim için. Ben ne aldım ki ne vereyim çevremdekilere? Dayaklarla geçti çocukluğum. Diline yabancı bir ülkede doğdum. Büyüdükçe asıl bu dünyaya kendimin yabancı olduğunu öğrendim. Ötelendim. O yüzden önce alan olmalıydım. Öyle güçlü buldum kendimi.”
Çözülmüştüm hem de ne çözülme!
“Ne aldın sevdiklerinden ailenden ve hayattan peki?’’ diye sordu ihtiyar.
“Alamadım aldığımı düşünmüyorum. Para kazanmak için çalıştım birileri bana değer versin sevsin diye de çalıştım ama olmadı.Ne babam sevdi beni ne annem(!) hep haylaz çocuktum ben.Karımdan da birşey alamadım. Bana sevgisini veremedi bir türlü. Çok gördü.’’
Kafamı öne eğmiş konuşuyordum. Rahatlıyordum. Meğer ne zamandır konuşmuyormuşum. Eh, o zaman ben doktoruma ne anlatıyordum. Kafamı kaldırdığımda sandalyede ihtiyar yoktu. Sesi yakından geliyordu.Heryer hâlâ karanlıktı, yalnız mıydım. Yalnızdım.
“Burdayım. Sen beni sadece gözünle gördüğün için farketmiyorsun. Sen çıkarcı biri değilsin. Sadece bunu sana söyleyen olmamış. Haklısın. Bu dünyada her şey karşılıklı. Acı da öyledir. Acı verirsen dünyaya acı alırsın. Tohum ekersen semeresini toplarsın. Bir kadın seversen ailen olur ama, gerçekten seversen. Her şey sevgi ile mümkün dünyada. Neden bu dünyadayız diyorsun sevgi için. Dünyada da şeytan’a rağmen sevginin varolabileceğini ispatlamak için. Amaç bu. Sevgi ekersen sevgi alırsın.”
En son sevgiyi çocukluğumda, anneannemin çiftliğine gittiğimde ondan görürdüm. Bir de köpeğimiz Çomardan.
“Öyle düşünme. insanlar aslında tek ruh üzerine birbirine bağlıdır. Birbirlerinden farkları yoktur sonuçta ve hepsi bir tekne hamurdan koparılmış gibi parçaçıklar halinde yayılmışlardır yeryüzüne.’’
Yanıma doğru yaklaştı. Önce gölgesi sonra kendi uzun mor cüppesini sürüyerek yaklaşıyordu bana doğru. Kendimi Çomar gibi yardıma muhtaç hissettim. Bu iri adam benim acziyetimi adeta yüzüme vuruyordu. Üstelik konuşmasına da gerek yoktu. Yaklaştı. Önümde dizlerinin üzerine oturdu. Şimdi neredeyse karşılıklı bir şekilde duruyorduk. Gözgöze dizdize iri ellerini omuzlarıma koydu gözlerime baktı buruşuk yüzünün çizgileri nekadar fazlaydı. Ne kadar derindi. Gözleri ne kadar kara.
“Şimdi sana bir şans daha veriyoruz. Bu bize verildi. Bizim yüzyılımızın hediyesi olarak. Ve sen geçmişteki sen buna layıksın. Bu dünya için gelecekteki ailen ve torunların için. Yaşamda her şeyin bir karşılığı vardır. Yaşananların bir bedeli vardır. Dünyada karşılıksız birşey olmaz. Bir nefes gider bir nefes gelir. Bir nefes gider, bir nefes gelir.
Sonra ellerini göğsüme dayadı. Bir elinin ayası göğüs aramda diğer elinin ayası sırtımda, yan tarafıma doğru kaydı. Pelerinin etekleri dizlerimdeydi. Yorgundum bu adam ne yapmaya çalışıyor demeye kalmadı. İçimden konuşan adeta iniltiyi andıran bir ses önce midemde, sonra sırtımda sonra da kollarımda dolaştı hızla birkaç saniyede oldu bu. Ağzımı açmak zorunda kaldım. Çünkü dehşet bir sıcaklık oluştu. Ciğerlerimin adeta yandığını hissettim. Bu devasa adam göğüs kafesimi kıracak gibi sıkıca tutuyordu. enim gözlerim onun derinden bakan gözlerindeydi.
“Bir nefes gelir bir nefes gider. Dünyada aslolan sevgidir.” sözleri kafamın içinde yankı yapıyordu. Ağzımdan yayılan sıcaklık adamın yüzüne yapışacakmışçasına çıktı. Ağzımı açtım açtım. Gözlerimi yumdum. Başım dönüyordu. Kendimi aniden bir yastık gibi bırakıverdim. Aynı anda Niri’nin de elleri üzerimden kaymıştı. içimde büyük bir boşluk ve rahatlık gözkapaklarımı kaldıramıyordum!
Gözlerimi araladığımda Kena başucumdaydı. Sokakta yatıyordum. Bana derin kırmızı gözleri ile baktı. Sabahın ilk ışıkları o kadar zaman geçmesine rağmen hâlâ parlak değildi. Gün aydınlanmamıştı. Rüzgarın sesi martıların seslerine karışıyordu. Kena’nın elinde meşalesi yoktu. Ama saçları yine de mavi mavi parlıyordu ne güzeldi Allah ım. Gözleri bu kez soğuk değildi, sıcak bakıyordu. Teninin ne kadar beyaz olduğunu farkettim.ve daldım kaldırım döşek gibiydi. En son Kena’nın kafasının ardındaki sokak lambasının söndüğünü farkettiğimi anımsıyorum. Bir de üzerime düşen Amsterdam yağmurunun damlacıkları usuldan. Bilenler bilir,buralarda bir başka yağar yağmur…
“Ahh..Kena sen misin sen mi geldin? Gitme dur.”
Gözümü açtığımda alonumda sehpanın ayaklarının dibinde yatıyordum. Bilmem kaça kurduğum saatimin alarmı çalıyordu. Her sabah bu kadar canlı çalıyor muydu acaba?Biri şunu sustursun diye bağırmak geldi içimden. Saat kaçtı ben şimdi burada ne arıyordum? Yüreğim de bir ağrı vardı aynı zamanda hafiflik. Deli gibi kahvaltı yapmak istiyordum. Üstelik sigara da hiç aklıma gelmemişti!. Pantolonum çamur içindeydi. Duşumu aldım. Baharlık takımımı geçirdim üzerime. Deri ceketim köşede hâlâ ıslak duruyordu. Sabahtan kalma yağmurun sindiği toprak kokusu açık olan camdan doluyordu oturma odama. Hızla hazırlanıp çıktım dışarı içime çekerek yürüdüm baharın kokusunu. Az sonra kendimi yine ‘Lori’ nin kafesinde buldum. Her zaman ki güler yüzü ile karşıladı beni. Halhatır sordu hep öyle yapardı. Kahvaltımı yaptım. Uzun zamandır hiç bukadar sabah kahvaltısından keyif aldığımı hatırlamıyorum. Belki de ilk kez duvarlardaki eski siyah beyaz fotoğrafları inceledim. Lori’ye ait çocukluk fotoğrafları olmalıydı. Sonra kafeden çıkıp Cemil amcamın yanına gittim. Hani şu bahsettiğim babamın arkadaşı.İ şyerine pek uğramazdı. Bir çiçek alıp evine gittim. Olaylar hızla gelişti. İçimdeki enerji hep olsun bitmesin istiyordum. Bir daha hayata küskün antideprasan ilaçlar, bunalımlı geceler, alkollü içkiler, ciğerlerimi yakan sonu gelmez sigara paketleri olsun istemiyordum. Geleceğime yarınlarıma torunlarıma sağlıklı genler mirasım olmalıydı. Kimbilir belki de yüzyıllar sonra bir daha dünya kapısını bana araladığında üstelik güzel bir kadın da olsam gözleri alaya çalan. Bunalımlarım olmamalıydı. “Niri” ye anlatacak güzel yılları sermeliydim geçmişime.
Geceyi soruyorsunuz bana muhtemelen, ben de bir bilsem biliyorum gittim bir yerlere, biliyorum at yeleli bön sesli bir ihtiyar bir canavar çıkardı içimden. Biliyorum bir kadın tutup son kez ellerimden. Fakat gerçek miydi, hayal mi? Antideprasan ilaçlarımın bana oynadığı oyunu muydu yoksa “O” muhteşem tabiat ananın bedenlerimize verdiği savunma mekanizmasımıydı halisilasyonlar… Bilmiyorum.
Bildiğim tek gerçek var ki, insanın mahvı da kurtuluşu da kendi elinde. Kendine değer vermesinde, kendini kabullenmesinde, sevgi alacağı insanları bulup sevgisini verebileceği işlerde çalışmasında. Etrafına sevgi saçmasında. Sevgi beş harfe saklı basit bir kavram değil. Sevgi ‘aşkın’ tohumları. Her insan ayrı bir sevgi hayata ‘aşk’ ile bakmalı. Bakmalı ki tohumlarını yüzyıllara saçabilsin.
-------------------------------------------
6/16/2010
DÜŞÜNCE ADAMI ..ŞAİR.. ŞİİR...
Pia nın yeşil miydi gözrengi kahve mi?Pia kimdi uzaktan gelen bir çiğlik,yakınında bir şefkat,elinin değdiği bir çiçek,özlediğin sarki mi?Neydi pia?…Pia; Atilla İlhan ın ölürken dahi eksiksiz ölebileceğini hayal ettiği sevdiği kadındır.Şayet ellerini tutabilse !...
PİA
ne olur kim olduğunu bilsem pia'nın
ellerini bir tutsam ölsem
böyle uzak seslenmese
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
otelleri bomboş bulmasam
içlenip buzlu bir kadeh gibi
buğulanıp buğulanıp durmasam
ne olur sabaha karşı rıhtımda
çocuklar pia'yı görseler
bana haber salsalar bilsem
içimi büsbütün yıldız basar
bir hançer gibi çıkıp giderdim
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
singapur yolunda demeseler
bana bunu yapmasalar yorgunum
üstelik parasızım pasaportsuzum
ne olur sabaha karşı rıhtımda
seslendiğini duysam pia'nın
sırtında yoksul bir yağmurluk
çocuk gözleri büyük büyük
üşümüş ürpermiş soluk
ellerini tutabilsem pia'nın
ölsem eksiksiz ölürdüm
Düşünce Adamının “ŞAİR” Kalemi ;(Atilla İlhan)
Atilla ilhan ’ın şiirleri ile yaşadığı hayat arasında bir ilişkinin olduğu da söylenebilir. Duvar’daki heyecanlı insan tipi; Sisler Bulvarı, Yağmur Kaçağı, Ben Sana Mecburum ve Belâ Çiçeği’ndeki gerilim, serüven, isyan duygusuyla şekillenmiş ben; durulma belirtilerini Belâ Çiçeği’nde gösteren, Yasak Sevişmek’le birlikte hatıralara yönelen, geçmişe özlem duyan ve daha sonraları ölüme yakınlaşma duygusu yaşayanın şairin kendisi olduğu düşünülebilir. İlk şiirlerinden itibaren karşılaştağımız Zehra, Suna Su, Maria Missakian, Doktor Sabiha, Nun Nun (Nedret Güvenç), hatta Ayrılık Sevdaya Dahil’deki “Yağmurluklu Kız” büyük ve imkânsız aşkların kadınlarıdır. Hem gerçek hayatta, hem de şiirlerde yaşamışlardır. Durulma belirtisinin başladığı Belâ Çiçeği ve ardından Yasak Sevişmek adlı kitaplarının yayınlandığı sıralarda Atilla ilhan ’ın Biket Hanım’la evlendiği düşünülürse bu kanaat daha da kuvvetlenir.
Atilla ilhan, kendisine yöneltilen bir soruya verdiği cevapta, şiirlerinde yazdıklarının bir kısmını yaşadığını, bir kısmını da yaşananları hareket noktası alarak kaleme aldığını ifade etmektedir:
“İkisi aynı adam, biyografileri aynı; şu var ki ben, gündelik hayatımla, sanatımı birbirine karıştırmayacak kadar profesyonelim; yazdıklarımın çoğu ya yaşadıklarım ya da yakınlarımın yaşadıklarına tanık olduklarımdır; ama bunu gündelik hayat içinde bir yaşama üslubu hâline getirmek komikliğine düşmem, aksi halde ben de ‘oynayanlardan’ birisi olurdum; oynayanları değil her şeyi sapına kadar yaşayanları seviyorum.”*
Atilla ilhan; Türk şiir tarihinde, çok boyutlu arayışlara yönelmiş, şiirsel zenginliği, hem dil, hem de imaj seviyesinde kendi sistemi içerisinde oluşturabilmiş nadir şairlerdendir. Onun şiir poetikasını, kendi yaşantısı, düşünceleri ve arayışları ile de açıklamak mümkündür. Yazdığı 50’ye yakın kitap bu kitaplarin 12 adedi siir kitabidir,gözden geçirilirse, denilebilir ki, bir düşünce adamı olan atilla ilhan, düşüncelerini ve kendisini; bir edebî form içerisinde, bazen de şiirle anlatma ihtiyacını hissetmistir.
*-Atilla Ilhan la soylesi;Broy, Şubat 1990, s.25
GAZZE AĞLIYOR!
Ve ant içerim ki
Bir mendil işleyeceğim yarına kadar
Gözlerine sunduğum şiirlerle süslü
Ve bir tümceyle ,baldan ve öpücüklerden tatlı
“Bir Filistin vardı,
Bir filistin yine var”.
m.Derviş
Neyin kavgasını veriyorsunuz?..neyin intikamı ..nereye kadar?..
FİLİSTİN e ait topraklar (ilk aşamada;BM kararlarında “israil’’ olarak gösterilen ve 1948 de işgal edilmiş bölge) ve Kutsal Kudüs, başta üç dinin buluştuğu ve ibadetinin anlamını sonuna kadar taşıyan topraklara sahip iken.Yahudilerin ve destekcisi ABD nin planları sonucunda kutsal değerlerin bir türlü paylaşılamamasından kaynaklanan ve aynı zamanda ortadoğu projesinin önemli yapıtaşını oluşturan,hırslarının peşinden körü körüne giderek yeryüzüne kalıcı lekeler bıraktı kimi ‘’insanlar’’kimi ‘’dikdatörler’’.Geçen gün bir arkadaşım dedi ki;’ ‘’yahudilerin yaptıklarının sonuçlarını gördükçe hitler in mantığını anlamaya zorladım kendimi’!..Bu da aslında gösterir ki hızla evrensel degerlerin kavram kargaşasında çok değişik sebeplerle yıprandığını göstermez mi?Benzeri ve hatta daha kötü sözler niyetler geleceğe taşınacak.insan beyninin ilkellikten kurtulduğu çağlara tanıklık edecek geçmişin sözleri,atasözlerine dönüşecek.ABD Bu tarih süzgeçinde tek olmamak adına kendine kullanılmaya müsait maşalar buldu.Demokrasiyi ikili ilişkilerle kabullenmiş.Geçmişte ki saltanatını koruyamadığı gibi cumhuriyetinide sindirememiş maşalar.Dinini adeta cahiliyye zemininde ve törelere göre yaşayan toplumlar onun için laneti yayacağı ideal rahimlerdi.
Bu laneti taşıyanların en başında gelenlerinden biri bugunün işgalci “İsrail hükümeti” ve bugün ki başkanı Eduh Ölmert var.Basın Gazze şeridine yardımların ulaşmadığını söylüyor.Ölüme terkedilmiş suskun bir şehir.çocuklarının intikamını almak için Allah tan ömür isteyen babalar anneler.son haberlere göre; Gazzeliler, gönderilen insanı yardımların kendilerine ulaşmadığından yakınıyor, hatta yardımların el altından satıldığını söylüyor. Hamas yönetimi, küçük pideler halinde satılan ekmeklerden aile başına en fazla 25 adet satın alınmasına izin veriyor. Fırınlarda, uygulamayı denetlemek için birer görevli bulunuyor. Önceden 7 şekele satılan 25 ekmeğin fiyatı 10 şekele yükseldi.(bu krizde borsadan milyonlar götüren israil in uyguladığı baskının karşılığı)Yüzlerce ton insani yardımın girdiği Gazze`de un da bulunamıyor. 50 kilogramlık bir çuval unu ancak karaborsada bulmak mümkün. Onun da fiyatı 150 şekele ulaştı. Daha önce 110 şekele satılan 50 kiloluk şeker çuvalının fiyatı ise 170 şekele çıktı.Gazze`de sebzeden meyveye, etten muma kadar tüm ihtiyaç maddelerinin fiyatı önemli oranda arttı. Bir kilogram etin fiyatının 40 şekelden 85 şekele (yaklaşık 25 dolar) çıktığı öğrenildi.elektrik yok.su yok.. Aslında söylenecek okadar söz varken insanın kelimeleri seçmekte zorluk çekmesi aslında söylenecek en kötü sözlerin boğaza dizilmesinden öte birşey değil.Direkt çocuklara yönelen sonrasında yardımların ulaşmaması ve adeta ölüme terkedilmiş suskun bir şehir!Sadece bomba sesleri..Bu zihniyet çaresizliğin son çırpınışlarını mı veriyor…yoksa krizi aşmanın bir başka yolu mu?saldırıdan önce ABD ye bilgi veren “israil hükümeti’’ nin ilk saldırıların ardından borsası tavan yaptı.üstelik silah üretim dağıtım sektörünün yakalamış olduğu bir başarı idi bu!
*****
Çoğu sessizce ilerleyen zorbalığın en sesli olanlarından bugün Filistin çocuklarının ölümü….ve onca ülkeden yükselen seslerin yanında dünyanın öte yanından radikal bir haraket önplana cıktı. Venezüella Devlet Başkanı Hugo CHAVEZ İsrail'in Gazze saldırılarını Filistin "Holokost"u adlandırarak, İsrail ve ABD devlet başkanlarının uluslararası mahkemede yargılanması gerektiğini söyledi.israil büyükelcisini sınır dışı etti.Her ülkeden ve hatta öncelikle Filistine komşu ülkelerden boylesi siyasi bir tavır görmek mumkün olmadı.(2009 platform)
6/15/2010
LALE DEVRİ
Ferhat ünlü bir nakkaştır. Sultan Mehmene Banu'nun, kızkardeşi Şirin için yaptırdığı köşkün süslemelerini nakşederken Şirin'i görür ve birbirlerine sevdalanırlar. Ferhat, sultana haber salarak Şirin'i istetir. Ancak sultan, kızkardeşini vermek istemez ve Ferhat'ı oyalamak için Elma Dağı'nı delip şehre su getirmesini şart koşar. Ferhat, aşkından aldığı güçle dağları deler. Bunu gören sultan, Şirin'i Ferhat'a vermemek için yaşlı dadısını göndererek, Şirin'in öldüğü haberini ulaştırır. Ferhat, bu acı haber üzerine, elinde tuttuğu kazmayı havaya atar, düşen kazma Ferhat'ın başına isabet eder ve Ferhat orada yaşamını yitirir. Acı haberi alan Şirin korku içinde olayın geçtiği kayalığa gelir.
Ferhat'ın kanlar içinde yatan cansız bedenini görünce bu acıya dayanamaz ve kayalıklardan atlayarak canına kıyar. Bu olaydan sonra Ferhat'tan akan her kan damlası onun Şirin'e olan ölümsüz aşkını göstermek için kan kırmızısı renkteki lalelere dönüşür. İşte o gün bu gündür kırmızı laleler Ferhat'ın Şirin'e duyduğu ölümsüz aşkı simgeliyor.
OSMANLI DAN AVRUPA YA LALE NIN DOĞUŞU…
Lalenin öyküsü günümüzden bin yıl önce Anadolu'da başlıyor. Bu bitkinin herkes tarafından tanınmasındaki en büyük rolü Osmanlı İmparatorluğu oynuyor. Yaklaşık olarak 11. yüzyıldan beri Türkler tarafından yetiştirilen lalelerin, Avrupa kıtasına yolculuğu, batılı seyyahların Osmanlı İmparatorluğuna yaptıkları ziyaretler sonucunda yaklaşık 16. yüzyılda başlıyor. Hollanda'daki lalelerin öyküsüyse 1593 yılında Carolus Clusius adlı botanikçinin Hollanda'daki Leiden Üniversitesi'nin botanik bahçesinin müdürü olmasıyla başlıyor. Daha önce Prag ve Viyana'da tıbbi bitkileriyle çeşitli çalışmalar yaparak ün salan Clusius'a o dönemde Kanuni Sultan Süleyman'ın büyükelçisi De Busbecq tarafından, ilk lale soğanları hediye ediliyor. O da Avusturya'da tanıştığı laleleri daha sonra Hollanda'ya götürüyor ve Hollanda'da yazdığı kitapta ilk kez lalelerden bahsedilmiş olunuyor.
ÇİÇEĞİN SANATA YANSIMASI
Bir toplumun ruh halini anlamak için, o toplumun uğraşlarına bakmak gayet mantıklı olabilir. Lâle sevgisinin özellikle Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminin, en gösterişli zamanında bir tutku haline gelmesi sosyolojik açıdan değerlendirilmesi gereken bir konudur. Halk ve saray çevresinin bu çiçeğe karşı beslediği sevginin kaynağı, o dönemdeki iç ve dış durumlardan kaynaklanabilir. Artık Avrupa’daki topraklarını kaybetmeye başlayan Osmanlı Devleti Pasarofça anlaşmasıyla girdiği barış dönemini, Lâle Devri adıyla yaşamıştır. Bu dönemde padişah ve saray çevresi büyük bir israfa başlamış, halk bu dönemde ağır vergiler altında ezilmiştir. Bu döneme Lâle Devri denmesinin sebebi yeni yapılan bahçeler,saraylar, kasırların lâlelerle donatılmasıdır. Saray çevresi ve halkın bunaldıkları savaş ortamından bir nebze de olsa güzel ortamlara uzaklaşma istekleri de bu tutkuya neden olmuş olabilir. Sadrazam İbrahim Paşa dahi kendi elleriyle lâle yetiştirmektedir.
Küçük bir bilgilendirme ile Hakkari nin Şemdinli ilçesinde yetişen lalenin bu çeşidi
´Ters Lale´ bölgeye has bir kar çiçeği olup, eriyen karın altından çıkan ve kısa ömürlü olan bir çiçektir. Soğanlı çok yıllık bir bitki olan Ters Lale doğal olarak Anadolu, İran, Afganistan ve Himalayalarda yetişir.
Soğanları kozmetik sanayinin yanısıra ilaç sanayinde de kullanılan Ters Lale; aynı zamanda Ağlayan Çiçek (Lale) ismiyle de anılmaktadır. Bu isim temelde dinsel bir temaya dayanır. Hıristiyan aleminde var olan bir inanışa göre; İsa çarmıha gerildiğinden bu yana bu çiçek boynunu büküp ağlıyormuş. O nedenle bunu kutsal sayıyorlar. Hıristiyanlar, bahçelerinde bu çiçeği bulundurmayı kutsal saydıkları için, bu çiçeğe büyük ilgi gösteriyorlar.
.
Neden mi konumuz lale?...çünki lale mevsimini yaşadığımız şu günlerde şarkısını dinlemek yerine ekip güzelliğini de seyreyleyebilmemiz icin, bu arada hazır lale çiçeğinin hikayesini ve çeşidini ele almışken, bir kitap tavsiyesinde de bulunmadan geçemeyecğim…
Nazan Bekiroğlu nun ´mavi lale´ adlı deneme kitabını okumanızı tavsiye ediyorum.Timaş yayınlarından çıkan kitap geçmiş ve günümüzün hayatsal damarlarında sıcak düşünceler oluşturuyor. Aynı zamanda geleceğe doğru serin bir yolculuğa da çıkmak mümkün gibi görünüyor…
Karşıma çıktın yol kenarında
Bakakaldı gözlerim
Gül desem gül değil
Söz desem söz değil
Ama suskun ama boynu eğik
Gülümsüyordun bana
Nazlı narin al al yanağınla
Kırmızı mücevher
Dün rastlamıştım sana.
Başka gözlere emanetsin şimdi
Hadi hayrola…
HOLLANDA NIN FLEMEN TÜRKLERİ
Hollanda'nın Belçika sınırındaki Zeeland bölgesinde, Oostburg ilçesine yakın bir noktada, Turkeijeweg (Türkiye yolu) levhası hemen dikkati çekiyor. Bu nasıl Türkiye yolu olabilir diye düşünmeye kalmadan, bu sefer de Turkeye (Türkiye) levhası çıkıyor karşımıza. Şirin bir Hollanda köyü burası ama ismi Türkiye! Benelüks ülkelerinin ortasında, Kuzey Denizi'ne yakın bir yer. Köye yaklaştıkça belirginleşen, gönderde nazlı nazlı dalgalanan Türk bayrağı ise insana ister istemez, 'daha neler' dedirtiyor. Önce Türkiye, şimdi de Türk bayrağı. Köyün girişindeki ilk evin duvarındaki bir levhada yazılı olanlar ise fotoğraf karesini tamamlıyor*
Bu tanıdık izlerin ardından;sizi karşılayanların da Türk olmasını bekliyorsunuz doğal olarak; ama karsilayanlar Hollanda lı. Buram buram Türkiye kokan köyün sakinleri Türk değil. Hikâyesini öğrendikten sonra içinde hiç Türk yaşamayan bu yere neden Türk Köyü dendiği daha bir açıklığa kavuşuyor.*1
Öykünün başlangıcı 1590-1604 yılları arasına uzanıyor. Zeeland bölgesi, 1600'lerde Hollanda Prensi Maurits döneminde, İspanyollarla yaşanan savaşlarda en önemli savunmanın yapıldığı yer. Hollanda için stratejik önemi çok fazla. O dönem İspanyolların elinde esir bulunan 1400 kadar Türk forsa Hollandalıların yardımı ile kurtulmayı başarır. Leventler kendilerini kurtaran Hollandalılara kıyafetlerini ve üç hilalli flamalarını hediye eder. Üç hilalli Osmanlı flamalarını gemilerine çeken Hollandalıları gören İspanyollar, 'Osmanlı buraya donanma göndermiş' diyerek geri çekilir. Böylece ülke büyük bir istiladan kurtulur.
İki ülke arasında ilk kez 1612 yılında, Hollanda'nın Büyükelçi Cornelis Haga'yı İstanbul'a göndermesiyle başlayan diplomatik ilişkilerin günümüzdeki en önemli unsuru, bu ülkedeki Türk toplumu. Lale, Türk Köyü ve ticari ilişkilerden sonra iki ülke arasındaki gündemi artık eskinin gurbetçileri, şimdinin Hollandalı Türkleri belirliyor. 1964'te işçi göçü anlaşması imzalandığında Hollanda'da sadece 400 Türk vardı, bugün ise 400 bin. Bunların büyük çoğunluğu vatandaşlığa geçmiş ve aralarında yönetim kademelerinde etkin olan pek çok isim var. Ocaklı, yıllarını verdiği Osmanlı Araştırmaları'nın bu tablo karşısında daha da önem kazandığı düşüncesinde. Tek isteği ise bu işlere, 'sırtını sıvazlamanın ötesinde' Türkiye tarafından sahip çıkılması. Ona göre Hollandalı Türkler yaşadıkları ülkeyi bilmiyor, Hollandalılar da Türkiye'yi. İlişkilerin Osmanlı dönemindeki durumu ve tarihçesi ise tamamen karanlık bir sayfa. Bu sayfanın aydınlatılarak, her iki halka da gösterilmesini, ilişkilerin sağlıklı geleceği açısından şart olarak görüyor. En azından Türk elçiliğinden bir yetkilinin Türk Köyü'nü bir kez olsun ziyaret etmesini bekliyor. Çünkü köye bugüne kadar elçi, konsolos veya herhangi bir seviyede diplomatın uğradığı vaki değil.
Türkiye'nin AB yolunda kaderini belirleyecek ülkelerden Hollanda ile ilişkilerin daha da gelişmesinde belki de bu küçük köy önemli bir rol üstlenebilir.
*Türkiye elçiliği nr:16
*1-şenol ocaklı
Bu tanıdık izlerin ardından;sizi karşılayanların da Türk olmasını bekliyorsunuz doğal olarak; ama karsilayanlar Hollanda lı. Buram buram Türkiye kokan köyün sakinleri Türk değil. Hikâyesini öğrendikten sonra içinde hiç Türk yaşamayan bu yere neden Türk Köyü dendiği daha bir açıklığa kavuşuyor.*1
Öykünün başlangıcı 1590-1604 yılları arasına uzanıyor. Zeeland bölgesi, 1600'lerde Hollanda Prensi Maurits döneminde, İspanyollarla yaşanan savaşlarda en önemli savunmanın yapıldığı yer. Hollanda için stratejik önemi çok fazla. O dönem İspanyolların elinde esir bulunan 1400 kadar Türk forsa Hollandalıların yardımı ile kurtulmayı başarır. Leventler kendilerini kurtaran Hollandalılara kıyafetlerini ve üç hilalli flamalarını hediye eder. Üç hilalli Osmanlı flamalarını gemilerine çeken Hollandalıları gören İspanyollar, 'Osmanlı buraya donanma göndermiş' diyerek geri çekilir. Böylece ülke büyük bir istiladan kurtulur.
İki ülke arasında ilk kez 1612 yılında, Hollanda'nın Büyükelçi Cornelis Haga'yı İstanbul'a göndermesiyle başlayan diplomatik ilişkilerin günümüzdeki en önemli unsuru, bu ülkedeki Türk toplumu. Lale, Türk Köyü ve ticari ilişkilerden sonra iki ülke arasındaki gündemi artık eskinin gurbetçileri, şimdinin Hollandalı Türkleri belirliyor. 1964'te işçi göçü anlaşması imzalandığında Hollanda'da sadece 400 Türk vardı, bugün ise 400 bin. Bunların büyük çoğunluğu vatandaşlığa geçmiş ve aralarında yönetim kademelerinde etkin olan pek çok isim var. Ocaklı, yıllarını verdiği Osmanlı Araştırmaları'nın bu tablo karşısında daha da önem kazandığı düşüncesinde. Tek isteği ise bu işlere, 'sırtını sıvazlamanın ötesinde' Türkiye tarafından sahip çıkılması. Ona göre Hollandalı Türkler yaşadıkları ülkeyi bilmiyor, Hollandalılar da Türkiye'yi. İlişkilerin Osmanlı dönemindeki durumu ve tarihçesi ise tamamen karanlık bir sayfa. Bu sayfanın aydınlatılarak, her iki halka da gösterilmesini, ilişkilerin sağlıklı geleceği açısından şart olarak görüyor. En azından Türk elçiliğinden bir yetkilinin Türk Köyü'nü bir kez olsun ziyaret etmesini bekliyor. Çünkü köye bugüne kadar elçi, konsolos veya herhangi bir seviyede diplomatın uğradığı vaki değil.
Türkiye'nin AB yolunda kaderini belirleyecek ülkelerden Hollanda ile ilişkilerin daha da gelişmesinde belki de bu küçük köy önemli bir rol üstlenebilir.
*Türkiye elçiliği nr:16
*1-şenol ocaklı
Zaman Zaman ..NEZAMAN!
Zaman sermayedir tutarlı kullanılırsa artar artırılır.Tutarsız kullanılırsa herşey ve her nesne gibi törpülenmeye yıpranmaya ve azalmaya muktedirdir.. Sona doğru sürükler insanı,zamanın kıymetini bilmek gerek..
Bir bestekarın sanatına verdıği süre bellidır güftekarın da ..bir işçinin çalışma süresi bellidir..iş verenin yönetme yaşı her işin kendine göre yaş sınırlaması ve öğrencinin okumaya verdiği senelerin toplami..annenin emzirme süresi kadının yaşlanma !erkeğin çalışma süresi....Okadar örnekleri çoğaltmak mümkün ki akla gelebildiğinde oldukça basit ama dile dökülmediğinde okadar vurdumduymaz davrandığımız nefes alma süremizin belirsizliği bile entresan duygular getiriyor insanın zihnine...neden nefeimizi bukadar vurdumduymaz harcariz neden zamanımız yüzyıllarca olmadığını bilerek anlamasız duygularda boğulmak peşine düşeriz neden zaten dünya ölçeğine göre sinek hayatı gibi kısa olan ömrümüzü dahada kısaltmak için zararlı alışkanlıklar peşine düşeriz..halbuki dünyamız gibi bedenimizde bizlere tertemiz sunulmuşken neden önün kıymetini bilmeyiz..hiç düşündünüzmü? Ömrünüzün geride bıraktığınız ve yaşayacağınız kalan ortalama yıllarını hesap edin.. Geride biratiğiniz yıllarınızda neler için emek verdiğinizi emekleinizin karşılığını maddi ve manevi alıp alamadığınızı düşünün başkalarını suçlamak yerine kendinizi eleştrerek bakın bu yargılamaya ve geçmişe bakalım neleri eşgeçmişsiniz farkında olmadan.ailenizi mi.. işinizi mi? Arkadaşınızı mı ? evde beslediğiniz hayvanınızı mı ? Belki de sizinde çok hatalar yapmış olduğunuzu bu adil yargılamada farkedeceksiniz!nedendir bilinmez her insan karşısındaki insanın eksik olduğunu ..kıymet bilmediğini ..saygılıolmadığını..çalışkan olmadığını v.s ..düşünür durur eh..onun içinde bir başkası düşünür bu trafik bu şekil akar gider..ama empati yapan bir insan ancak objektif olbilir..Bu bahar duygusuyla sizlerede böyle bir tavsiyede bulunmak istedim.yaz geliyor çoğu insan tatil telaşı hazırlığı içinde birazdaha paraya kıyanlar spa merkezlerine hücum ediyor..ancak düşüncelerimizi ve dilimizden çıkan kelimeleri düzgün dizmedikçe o kelimelerin kendisinde ve karşısındaki kişide bıraktiği sihre vakıf olmadıkça aidiyet duygusuna yabancı kalmamız içten değil.Derin bir nefesin ardından gülerek yanınızdakinin hatırını sorun iş olsun diye değil..gerçekten Allah in kıymetli nefesine nail olmuş bir insan olduğu için,umarım bu halkalar çoğalır..Bizim örfümüz adetimiz yaşanılması kifayetsiz kalmış dinimiz buna olağan üstü kaynaklar sağlıyor.Nedense:Uzak doğu felsefelerinde aranan mutluluklar; gerçekten,temelinde bir inancla beraber güçlü bir felsefeyide desteklemiyorsa geçici olmaktan öte gidemiyor.Modanın bir rengi olarak gelip geçiyor sadece..
İnsan olmanın rengi vardır;her insan ayrı bir renk ayrı bir koku ayrı bir zaviyedir..başkalarının kıyafetlerini değil kendi kıyafetlerinizi giyininiz,kendi renklerinizi seçiniz,kendi yaralarınızı sarınız,kendi acınızı taşıyınız,kendi hatanızı sahipleniniz..öteki lere sadece saygı ve sevgi sunabilirsiniz varolsunuzun gereği olarak !..
TEBDİL- İ KIYAFET
Bir seher vaktinde düştüm yollara diyen bir derviş misali yeni yılda yollara düşüp geçmişe şöyle bir baktığımızda ,teknoloji ve hayali filmlerin gölgesinde kavrulan insanlar görüyoruz.Her insanın bunaldığında;Şuan bir adada olmak isterdim bir kulübede yaşayıp.. ‘’çıkıp balık tutup güneşin batışında oturmuş içeceğimi yudumlarken, köpeğiyle kuzusuyla boş ve bereketli topraklarda oynayan çocuklarımı izlerdim’’ diyenler, hiç de az değil.
Demek ki her insanın bir kaçış hayali var.Sakin bir yaşama huzurlu bir atmosfere bu da büyük şehir insanına has bir melankolik yaklaşım olsa gerek .Bu sayıda bende hayalimde ki kulübenin bahçesinde otururken ‘’villa’’ değil ‘’kulube’’ dikkatinizi çekerim.İnsanların zamana ve zemine göre kıyafetlerinin ne kadar değişiklik gösterebileceğine dair düşünce ile başbaşa buldum kendimi.Ütopyamda şu oluştu acaba 2010 şu şu şekil olsaydı geçmiş yüzyıllar bizi şöylesi böylesi bir yaşanmışlığa bağlasaydı derken mesela ; farklı sade bir mimari olağan üstü bir düzen sadece ve birbirinden çok farklı görüntü arz eden insanlar.Elektriğin olmadığı ama bunan karşı beynin en üst noktalarda hizmet sunduğu bir çağ..
İçinde bulunduğumuz çağda ki kıyafetler, aksesuarlar,ortamlara has insanları gizleyen kıyafetler.Bakışlarını gizleyen aksesuarlar,sizce çok güzel giyinme şansı olan insanlar mı daha kişisel ve duygusal olgunluğuna kavuşmuştur? yoksa bütün sadeliğini kıyafetine hapsetmiş insan mı daha çok olgunluğunu tamamlamıştır?
Acizane yaklaşımım çok iyi giyinen insanın çağ insanı olduğuna zamana ve zemine yüzeysel de olsa iyi ayak uydurabildiğidir.Kabulu görecelidir!Sade ve özensiz giyinen kişi ‘’ben böyleyim,beni böyle kabullenen kabullenir’’ mantalitesinde olan insandır.Bu durum aslında ne kadar dik kafa ve içe dönük yaşadığının göstergesi değil midir?Bir üçüncü alternatif oluşturmak mümkün,her insanın ruh haline göre giyinmesi.Nasıl bir şey olurdu acaba? Yani o gün işleri neyi gerektiriyorsa o şekil değil de ruh ve enerji hissiyatına göre giyinse ; (şekil - a -da ki gibi bir görüntü çıkabilir ortaya) ya da çul çuldur deyip atmak ordan burdan ne var ise üzerine insanın,ama atacağı şeylerde yine bir gurup tasarımcı tarafından tasarlanmış hazırda varolan şeyler değil mi?
Her halükarda insanda bir örtünme gereksinimi olmuş oluşmuş..İsrailiyatta varolan Adem ile Havva nın incir yaprağından günümüzde ki Versace lere ,gabbana lara ,vakko lara vs..kadar süre gelmiş bu örtünme isteği.Bunun kaymağını alt yapıda ki bu örtünme isteğinin kaymağını üst yapıda ki üçüncü dünya ülkelerinin bütçesine sahip şirketler yiyor görünüyo
Ancak bizim toplum ve kültürel anlamda alternatiflerimiz kısıtlı iken düşüncelerimiz gibi kıyafetlerimiz de başkalarının ellerine teslim iken görünen o ki bir kısım insanda bu gönüllü tavizin kaymağını yiyecek tabi .
Özünde; insanları direkt kıyafetinin nasıl sunduğu değil , dünyaya bakış açısının nasıl olduğudur.O görüşün oluşturdüğu dış dunyaya yansımasıdır.Çünki her göz bakar ama görmez her dil konuşur ama anlatmaz .Dünyayı görerek anlatabiliyorsak.Ancak yaşantımıza ve çevremize fark katabiliriz.Kaç kişi süregelen düzenden farklı yaşama lüksüne sahip olabiliyor ki hayatında.
Adem (as) ın ve Havva anamızın (ra) incir yaprağına mecbur kalmadığının , asırlar önce taş devri (!) insanların çıplak yaşadığının bilimsel tezine ve dinlerin insanların kıyafetlerini tek düze kılmadığına inananlardanım.
Kumaş konusunda da küçük bir espride bulunmaya cesaret edebilsem.Kumaştan gerçekten anlayanları hiç düşünmeden.kullanımaya değer en iyiler listesinde ; Yaşasın viskon , şile bezi , ipek , kaşmir ve saten diyeceğim.Bir anlık kadın zaviyemden göz kırparak .Sanırım bu da bir cesarettir.özellikle benim gibi tesettürlü hanımların alternatiflerinide duyar gibiyim.
Bir kaç soru, öngörü ve önerinin ardından kendi bilmişliğimden çıkıp yine mevlananın sözüne sığınarak percinlemek istiyorum anlatmak istediğim mesajın aslını: Benzer bir söz günümüz insanından çıksaydı heralde kimse kulak asmazdı.Günümüz insanından çok uzakda, anlatan bir dilden çıkınca anlamı büyüyor büyüyor..
Baktığının farkında gören bir çift göz.Konuşmanın ötesine geçmiş ‘’sade’’ ve “temiz” bir lisan Kıyafetide içi kadar muteber bir insan olan Mevlana der ki:“Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok,nice elbiseler gördüm içinde insan yok”
6/14/2010
DAYNA şiir
Söyledim bilseydim söylemezdim
Duydu kulakları sağır iken Daynanın
Halbuki kaç masal anlattım uykudan önce
Daynanın barınağında çatıkatı efsanesi
Sayfalar geçiyorduk çorak yatağında
Kurumuş ciltten dökülen tozlarla
Dökülüyordu cümleler aylar boyunca
Dayna sağırdı Dayna dilsiz
Ya ben biliyordum öylece onu
Ya da öyleydi,ama duydu!
Söylemese miydim?.. söyledim!
Duydu çorak yatağında baktı bana doğru
Nice efsaneler duymadan yaşamıştık
Bu cümleyi duyabilceğini bilseydim
Efsanede sağır olmasını yeğlerdim
Şimdi kinim tozlanan cildinde kaldı
Uykuya dalamadan son sözüm Ona;
‘’güle güle Daynay dı’’
ş.koç
6/12/2010
KADIN OLMAK.2
Osmanlı da Bir Kadın Yazar*
İnsan olmak eğitim ve öğretimle mümkün olur,insan tüm birikimini sağlıklı gelişimini edinebilmesi için eğitim süzgecinden elediklerini iyi değerlendirmesi gerekir..Bu süreci en iyi değerlendirmeyi başarmış bir isim Ulviye Mevlan...ve onun renkli dünya görüşündeki yelpazesinde ayrı bır renk daha katmayı başarabilmiş diğer önemli isim Fatma Aliye’dir.
Tarihte çok kadınımız var. İsimleri önde anılagelmiş. Bu isimlerin başında olanlardan Modern kadın imajı ile örnekliliği olan aynı zamanda edebi eserlere sahip, ilk kadın hareketini başlatan… Osmanlı Kadın Hareketi denince akla gelen ilk isimlerden biri Ulviye Mevlan. 1913 yılında çıkardığı Kadınlar Dünyası dergisi için tüm maddi manevi varlığını seferber edip, derginin sahibi ve başyazarı olarak sorumluluk üstlenen Ulviye Mevlan, Osmanlı Müdafaa-ı Hukuk-u Nisvan Cemiyeti'ni de kurdu. Kendisi gibi onu takip eden başka yazarlarda oldu. Osmalıdan itibaren kadının dışa dönük sesini başlatan önemli yazarlar: İhsan Raif Hanım ve Emine Semiye(F.Aliye nin kardeşi) gibi. Zeynep Hanım, Ani Fatma Hanım, Fitnat, Leyla Saz .Bu hanımların en bildik ve en öne çıkan isimlerinden biri de kuşkusuz Fatma Aliye dir..
Fatma Aliye;
Dünya çapında tanınan ilk kadın romancımz olan Fatma Aliye, edebi yaşantısına 1889'da George Ohnet'in Volonte adlı romanı Meram adıyla çevirerek başladı. Bu romanı "Bir Hanım" imzasıyla çevirdi. Muhadarat, Ref'et, Udi, Enin, Namdaran-ı Zenan-ı İslamıyan önemli kitapları arasında. Yazarın ilk kitabı olan Muhadarat bugün Emel Aşa'nın çevirisiyle Enderun Kitabevi'nce yayınlanıyor"Fatma Aliye Hanım Fransızcadan yaptığı bir çeviriye kendi adını koyamayıp "Bir Kadın" şeklinde imza attığı ve bu çevirinin bir kadın tarafından yapılamayacağına inanıldığı bir dönemde pek çok alanda kalem oynatmıştır. Beş tane roman yazmış, Udi adlı romanı Fransızcaya çevrilmiş, eserleri Amerika'da 1893 yılında Dünya Kadın Kütüphanesi Kataloğu'nda sergilenmiş, kadınların her bakımdan ilerlemesi için çalışmış aydın bir yazar. Eserlerinde genellikle Osmanlıdaki kadın sorunlarına eğilmiş, onların eğitim görerek toplumsal hayatta yer alabilmeleri, hukuki ve siyasi alanlarda kazanımlar elde etmeleri için çaba vermiştir. Eserlerinde kadın gözüyle evlilik, eşler arasındaki uyum, aşk ve sevgi kavramı, birbirini tanıyarak evlenmenin önemi gibi önemli konuları işlemiştir. Hatta Tanzimat döneminin "Kadınlar, eşlerine iyi bir eş olabilmek ve çocuklarını iyi yetiştirmek için eğitilmeli" şeklindeki yaygın anlayışına karşılık Levayih-i Hayat adlı romanında "Eğitim öğrenim ne için?" sorusuna kısaca "insanın kendisi içindir" cevabını vermiş bir romancımızdır.*
Fatma Aliye'nin yazar olma serüveninde çevresindeki erkeklerin rolü dikkat çekicidir. Ahmet Cevdet Pasa gibi ünlü bir hukukçu, tarihçi ve devlet adami olan bir babanin kizi olmasi önüne açilan firsatlar bakimindan önemlidir.
Zaten Fatma Aliye çocuklugunda erkeklerin dünyasinda yasamis, evde zamaninin büyük kismini haremlikte değil, selâmlikta geçirmis. Ağabeyi Ali Sedat sayesinde de çocukluğunda önüne firsatlar çikmistir. Ağabeyinin evde özel hocalardan aldığı dersleri dinlemiş, merakından dolayı bu sirada çok sey öğrenmiştir. Ağabeyinin izniyle onun kitapliğını düzenlemiş, devamlı kitap okuyabilmiştir.
Ayrica, ağabeyi için evde kurulan kimya laboratuarında onun yaptiği deneyleri seyretmiş ve ona yardim ederken de bilime merak sarmıştır
Fatma Aliye'nin Fransizca öğrenme merakı ortaya çıkınca, babası onun için de hoca tutmuş, özel hocalardan bazı dersler görmüştür. Fakat evdeki asıl eğitim çabası ağabeyisi için olmuş, Fatma Aliye de bunlardan kenarından köşesinden yararlanmayi bilmiştir. Okumayı ve öğrenmeyi kendi isteği ve çabası ile devam ettirmiş.. aslında babasi da ağabeyi de ondan bir sey beklememiş, ona özel bir ilgi gösterilmemiştir. Ahmet Mithat'ın söylediğine göre, hocaları da bir kızın eğitilebileceğine inandıklarından değil, deneme olsun diye Fatma Aliye'ye ders göstermişlerdir.
Fatma Aliye, bulunduğu aile ortamindan sadece doğal olarak yararlanmıştır. Ama evlenene kadar önü de kapatılmamıştır.
Kaynak:*(Ahmet Mithat, Fatma Aliye, Bir Osmanli Kadin Yazarin Dogusu, s.76)
İnsan olmak eğitim ve öğretimle mümkün olur,insan tüm birikimini sağlıklı gelişimini edinebilmesi için eğitim süzgecinden elediklerini iyi değerlendirmesi gerekir..Bu süreci en iyi değerlendirmeyi başarmış bir isim Ulviye Mevlan...ve onun renkli dünya görüşündeki yelpazesinde ayrı bır renk daha katmayı başarabilmiş diğer önemli isim Fatma Aliye’dir.
Tarihte çok kadınımız var. İsimleri önde anılagelmiş. Bu isimlerin başında olanlardan Modern kadın imajı ile örnekliliği olan aynı zamanda edebi eserlere sahip, ilk kadın hareketini başlatan… Osmanlı Kadın Hareketi denince akla gelen ilk isimlerden biri Ulviye Mevlan. 1913 yılında çıkardığı Kadınlar Dünyası dergisi için tüm maddi manevi varlığını seferber edip, derginin sahibi ve başyazarı olarak sorumluluk üstlenen Ulviye Mevlan, Osmanlı Müdafaa-ı Hukuk-u Nisvan Cemiyeti'ni de kurdu. Kendisi gibi onu takip eden başka yazarlarda oldu. Osmalıdan itibaren kadının dışa dönük sesini başlatan önemli yazarlar: İhsan Raif Hanım ve Emine Semiye(F.Aliye nin kardeşi) gibi. Zeynep Hanım, Ani Fatma Hanım, Fitnat, Leyla Saz .Bu hanımların en bildik ve en öne çıkan isimlerinden biri de kuşkusuz Fatma Aliye dir..
Fatma Aliye;
Dünya çapında tanınan ilk kadın romancımz olan Fatma Aliye, edebi yaşantısına 1889'da George Ohnet'in Volonte adlı romanı Meram adıyla çevirerek başladı. Bu romanı "Bir Hanım" imzasıyla çevirdi. Muhadarat, Ref'et, Udi, Enin, Namdaran-ı Zenan-ı İslamıyan önemli kitapları arasında. Yazarın ilk kitabı olan Muhadarat bugün Emel Aşa'nın çevirisiyle Enderun Kitabevi'nce yayınlanıyor"Fatma Aliye Hanım Fransızcadan yaptığı bir çeviriye kendi adını koyamayıp "Bir Kadın" şeklinde imza attığı ve bu çevirinin bir kadın tarafından yapılamayacağına inanıldığı bir dönemde pek çok alanda kalem oynatmıştır. Beş tane roman yazmış, Udi adlı romanı Fransızcaya çevrilmiş, eserleri Amerika'da 1893 yılında Dünya Kadın Kütüphanesi Kataloğu'nda sergilenmiş, kadınların her bakımdan ilerlemesi için çalışmış aydın bir yazar. Eserlerinde genellikle Osmanlıdaki kadın sorunlarına eğilmiş, onların eğitim görerek toplumsal hayatta yer alabilmeleri, hukuki ve siyasi alanlarda kazanımlar elde etmeleri için çaba vermiştir. Eserlerinde kadın gözüyle evlilik, eşler arasındaki uyum, aşk ve sevgi kavramı, birbirini tanıyarak evlenmenin önemi gibi önemli konuları işlemiştir. Hatta Tanzimat döneminin "Kadınlar, eşlerine iyi bir eş olabilmek ve çocuklarını iyi yetiştirmek için eğitilmeli" şeklindeki yaygın anlayışına karşılık Levayih-i Hayat adlı romanında "Eğitim öğrenim ne için?" sorusuna kısaca "insanın kendisi içindir" cevabını vermiş bir romancımızdır.*
Fatma Aliye'nin yazar olma serüveninde çevresindeki erkeklerin rolü dikkat çekicidir. Ahmet Cevdet Pasa gibi ünlü bir hukukçu, tarihçi ve devlet adami olan bir babanin kizi olmasi önüne açilan firsatlar bakimindan önemlidir.
Zaten Fatma Aliye çocuklugunda erkeklerin dünyasinda yasamis, evde zamaninin büyük kismini haremlikte değil, selâmlikta geçirmis. Ağabeyi Ali Sedat sayesinde de çocukluğunda önüne firsatlar çikmistir. Ağabeyinin evde özel hocalardan aldığı dersleri dinlemiş, merakından dolayı bu sirada çok sey öğrenmiştir. Ağabeyinin izniyle onun kitapliğını düzenlemiş, devamlı kitap okuyabilmiştir.
Ayrica, ağabeyi için evde kurulan kimya laboratuarında onun yaptiği deneyleri seyretmiş ve ona yardim ederken de bilime merak sarmıştır
Fatma Aliye'nin Fransizca öğrenme merakı ortaya çıkınca, babası onun için de hoca tutmuş, özel hocalardan bazı dersler görmüştür. Fakat evdeki asıl eğitim çabası ağabeyisi için olmuş, Fatma Aliye de bunlardan kenarından köşesinden yararlanmayi bilmiştir. Okumayı ve öğrenmeyi kendi isteği ve çabası ile devam ettirmiş.. aslında babasi da ağabeyi de ondan bir sey beklememiş, ona özel bir ilgi gösterilmemiştir. Ahmet Mithat'ın söylediğine göre, hocaları da bir kızın eğitilebileceğine inandıklarından değil, deneme olsun diye Fatma Aliye'ye ders göstermişlerdir.
Fatma Aliye, bulunduğu aile ortamindan sadece doğal olarak yararlanmıştır. Ama evlenene kadar önü de kapatılmamıştır.
Kaynak:*(Ahmet Mithat, Fatma Aliye, Bir Osmanli Kadin Yazarin Dogusu, s.76)
KADIN OLMAK
Tarih sürecinde kadın çok merhalelerden geçti. Şu bir gerçek ki bir çok imparatorluk ve yeryüzünde hüküm süren bir çok idareler içinde kendine en önde yahut sözü önde ancak kendi arkalarda kalmış ağırlığını dünya insanlarına bir şekilde ispat etmeyi bildi. Bir çok zaman namus ve onur merkezinde buldu kendini bu anaç olmasından başka bir sebeple başına gelmiş değildi muhakkak. Erkek dünyasında kendi duruşunu yaratmaya calıştı.
İslam literatüründe, cahiliye toplumundan sıyrılırken haklarını ve özgürlüklerini peygamberlerin eşlerinden örnekler alarak geliştirdi.. Şimdilerde ise modern diye tanımlanan dunya düzeninde kendine hiç bir sahada yeterli bir yer bulamadı. Din adamı dendi din kadını değil, bilim adamı dendi, bilim kadını değil, erkek gibi kadın dendi kadın gibi kadın denemedi…İlginçtir sadece iş kadını unvanını alabildi çünki iş dünyasında kadın potansiyeline ihtiyaç vardı evde ayrı iş dünyasında ayrı iki çatı altında doğal olarak ona sunulmuş özverisiyle çaba gösterdi kadın... Modern dünyada özgürlük ve eşitlik kavramları güdulerek kadına olmadık yük misali işler yakıştırıldı.Özgürlük ve eşitlik gibi değerlerlerin arkasından kadını cinsel meta haline getirmek nakadar anlamsızdır.
İnsan denen varligin kutsiyetine hakarettir!..
Yaradan kadın ve erkeği birbirine destek olmak amaci ile birbirine armağan vermiş,
kadına fıtratı gereği annelik misyonu yüklerken erkeği de güç olarak daha aktif yaratmıştır. Aksine kadına annelik vasfı ile daha bir kutsiyet katmış, cenneti dahi onlara emanet etmiştir !.. Ancak erkek kendine verilen gücü sanki sadece kadını ezmek için verilmiş bir güç olarak gormuş kadını egemenliği altında ezmek istemiştir. Bu hegamonya altında kadın çoğu zaman toplumda yoksul, güçsüz, eğitimsiz bulmuştur kendini. Öncelikli olarak toplumda insan olarak varız misyonunu taşımaktan ziyade dünyada kadınlar ve erkekler var; güdüsünü yürütmüştür.. Varlığımızın sebebi öncelikle ``doğru insan nasıl olunur.`` sorusunda yatar.”erkek nasıl davranir, kadın nasıl yaşar”, sorusunda değil.. Durum böyle olursa kadın ne yaşar ne yaşamaz konusuna geliriz.
Hiç düşündünüzmü, kaynak kitaplarda olsun, günümüz medya ve basınında olsun, “erkegin kimlik, kariyer, toplumsal yeri “hakkında ne kadar bilgi mevcut. Yok denecek kadar az. Bunun üzerine ne ilginçtir çoğu “kadının yeri neresidir ne olmalıdır” sorusunuda arayan yine erkekler. Erkeğin dünyasını oluşturduğu muhakkak. Ancak kadının o dünyadan öyle yada böyle itildiğide aşikar…İster dini literatürlerde ister çağlar içindeki yerinde; layık olduğu konuma henüz gelememiş olan kadın, bireylerin eşitlik ve özgürlük çığlıkları içinde gönüllü bir kölelik yürütmekten öte gidememiştir. Halbu ki kutsiyetinin ve yaratıcılğının keşiflerini öncelikle insan zaviyesinden bakarak gerçekleştirebilir. Buna tarih sürecindeki serüvenini inceleyerek yola cikarsak, asıl çekilmek istendiği noktalardaki hassas terazinin farkına varılabilir. İnsanlık onurunu tazeleyebilir.. Kadın doğurgan bir varlıktır, dolayısıyla toplumları meydana getirir. Yarının erkekleride yine kadının bakımından geçerek günün erkekleri olacaksa karşılıklı olacak bu alışverişte aynı start çizgisinden koşu parkuruna bakmaları gerekmektedir.
Şimdi sizlere sormadan edemiyeceğim. Cocuklarımızı eğitirken hangi hassasiyetle eğitiyoruz. Kadınların eğitimindeki önemin ne kadar bilincindeyiz. Siz ne kadar bilincindesiniz.
Tarihte çok kadınımız var. Bilimle, dinle yönetimle isimleri öne cıkmış. Araştırmalarım içinde yer alan kadın imajı edebi eserleri olan ilk kadın hareketini başlatan Osmanlı Kadın Hareketi denince akla gelen ilk isimlerden biri Ulviye Mevlan. 1913 yılında çıkardığı Kadınlar Dünyası dergisi için tüm maddi manevi varlığını seferber edip, derginin sahibi ve başyazarı olarak sorumluluk üstlenen Ulviye Mevlan, Osmanlı Müdafaa-ı Hukuk-u Nisvan Cemiyeti'ni de kurdu. Sonrasında ismen yazımızda yer alacak olan, Osmalıdan itibaren kadının dışa dönük sesini başlatan önemli yazarlar: İhsan Raif Hanım ve Emine Semiye gibi. Zeynep Hanım, Ani Fatma Hanım, Fitnat Hanım, Şeref Hanım, Adile Sultan, Hubbi Ayşe Hanım, Sırrı Hanım, Nesibe Hanım, Saffet Hanım, Sıtkı Hanım, Şeref Hanım, Abdülhak Mihrünnisa Hanım, Şadiye Hanım, Leyla Saz .Bu hanımların en bildik ve en öne çıkan isimlerinden biri de kuşkusuz Fatma Aliye dir..
Dünya çapında tanınan ilk kadın romancımz olan Fatma Aliye, edebi yaşantısına 1889'da George Ohnet'in Volonte adlı romanını Meram adıyla çevirerek başladı. Bu romanı "Bir Hanım" imzasıyla çevirdi. Muhadarat, Ref'et, Udi, Enin, Namdaran-ı Zenan-ı İslamıyan önemli kitapları arasında. Yazarın ilk kitabı olan Muhadarat bugün Emel Aşa'nın çevirisiyle Enderun Kitabevi'nce yayınlanıyor"Fatma Aliye Hanım Fransızcadan yaptığı bir çeviriye kendi adını koyamayıp "Bir Kadın" şeklinde imza attığı ve bu çevirinin bir kadın tarafından yapılamayacağına inanıldığı bir dönemde pek çok alanda kalem oynatmıştır. Beş tane roman yazmış, Udi adlı romanı Fransızcaya çevrilmiş, eserleri Amerika'da 1893 yılında Dünya Kadın Kütüphanesi Kataloğu'nda sergilenmiş, kadınların her bakımdan ilerlemesi için çalışmış aydın bir yazar. Eserlerinde genellikle Osmanlıdaki kadın sorunlarına eğilmiş, onların eğitim görerek toplumsal hayatta yer alabilmeleri, hukuki ve siyasi alanlarda kazanımlar elde etmeleri için çaba vermiştir. Eserlerinde kadın gözüyle evlilik, eşler arasındaki uyum, aşk ve sevgi kavramı, birbirini tanıyarak evlenmenin önemi gibi önemli konuları işlemiştir. Hatta Tanzimat döneminin "Kadınlar, eşlerine iyi bir eş olabilmek ve çocuklarını iyi yetiştirmek için eğitilmeli" şeklindeki yaygın anlayışına karşılık Levayih-i Hayat adlı romanında "Eğitim öğrenim ne için?" sorusuna kısaca "insanın kendisi içindir" cevabını vermiş bir romancımızdır.
Gundemde ki yeri tazeligini hep koruyan aci ve endise ile takip ettigimiz kadin merkezli diger bir konuda tore cinayetleri bu konuda yine Hollanda danin Amsterdam sehrinden etkili bir ses yukseldi .Kadınlara eşit hakların verilmesinin Dünya barışını güçlendireceği kabul edildi.
HOLLANDA PERSPEKTİFİNDEN
Hollanda da varolan kadınlarımızın sorunları elbetteki küçümsenmeyecek kadar fazla, yanlış gelenekler altında ezilen kadınımız bu sebeple yeterli eğitim alamadığından genel de ikinci sınıf muamelesini hatta üçüncü sınıf muamele ile burda yaşıyor her sahada karşı karşıya zorluklar var. Yeterince ne kendini ispat edebiliyor nede bir çoğunun başörtülü olmasının verdiği çifte zorluklarla bürokratik alanda kendine yeterli bir yer bulabiliyor. Öncelikle başörtü misyonunu yeterince sahiplenemediğinden başkalarına da bunun hak ve geçerliliğini anlatamıyor. Kafalarda hep o bildik bakış açısı ile siyah beyaz bir fotografa mahkum kalıyor. Halbu ki geleneksel kadınımız ile günumüz kadınının arasında haklar baz alındığında hiç bir ayrımcılık olmamasına karşın henüz haklarının dahi farkında değil kadın. Avrupanın imkanlarına evet kavuşmuş ancak eski düzeninden de sıyrılıp sosyal sahasını genişletmeden çarşı ve ev üçgeninde hapis kalmış. Şimdilerde ikinci nesil bunu kırma savaşında gerek politikada gerekse vakıflar ve seçkin mesleklerde buda gurur verici.
Lalenin Kaybolmuş Yüzleri (Verdwaalde Gezichten van Zwarte Tulp) isimli bir proje ile yola çıkan kadınlar, namus cinayetlerini ve Kürt kadınlarının içinde bulunduğu koşulları bir belgeselle ulursalararası kamyonuna taşırdı.
Avrupa Parlamentosu ve Türkiye Kadın Raportörü Emine Bozkurt ve Utrecht Üniversitesinden Kürdolog Martin van Bruinessen'in, yönlendiriciliğini yaptığı Siyah Lalenin Kaybolmuş Yüzleri Projesi, Hollanda'da gençlere iş bulma ve yönlendirme proje çalışmaları yürüten E.Yeter Akın ve Hollanda da bir üniversite hazırlık öğrencisi olan Seren Dalkiran tarafından hazırlandı. Proje kapsamında töre cinayetleri ve nedenleri üzerine birde belgesel çekildi.Geçtiğimiz aylarda Türkiye'ye gelerek Diyarbakır'da çalışma yürüten Dalkiran ve Akın, kadın sorunu ve namus cinayetlerini konu alan kısa bir belgesel çekti .12 mart 2003 tarihinde Koog aan De Zaan'da bir Türk kadının ayrıldığı eski eşi tarafından kadın sığınma evinin yakınlarında vurulduğunu dile getiren proje koordinatörlerinden E.Yeter Akın, namus cinayetlerinin Türkiye gibi Hollanda da işlendiğini söyledi. Kadınların farklı renkler taşıdığını dile getiren Akın, "Bize göre kadın farklı renklerden oluşuyor, fakat çoğu zaman yaşadığı sorunlar yüzünden renkleri solabiliyor, ya da yaşamak için tek renge bürünme hakkı veriliyor. Lale Hollanda’nın sembolü, aynı zamanda Türkiye orijinlidir. Bu iki ülkede yaşayan kadınların sorunları birbirinden çok da uzak değil. Çözümü ancak birlikte çalışarak üretebiliriz. Bundan dolayı projemiz Türkiye ve Hollanda'da yaşayan kadınları kapsıyor" dedi.
Töre cinayetlerı muamma kadınımız o yada bu sekilde egitilmemişliğe mahkum kalmıs ve kendiside bunun savaşını verecek yeterli çatilar bulamadigi sürece şaşkın yer yer isyan kokan ateş hep yanacağa benziyor.Özüne işaret etmek istediğim konu bireylerin eşitliği kadın erkek hakları çığırtkanlığında aramak yerine özgürlük ve eşitlik kavramlarını insanoğlu
26.04.2008
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)