6/19/2010

MAVİ KABUS



Amsterdam’da şafak vakti;

Çok deprasantlar geçti gecelerimden. Yorgun sırılsıklam gecenin ardından ayaklarım kendini yolda buluverdi. Kaldırımlar kayıyordu yanımdan.

İleride duruyordu mavi saçlı kız, elinde yanan bir meşale. Sokağın tam dibinde benim göz hizamda duruyordu. Korkarak yaklaştım. Bakışlarını bana çevirdiğinde üzerimdeki deri ceketin daha bir ıslandığını ağırlığından farkettim. Bu gizemli kadının gözleri sokak lambasının ardında sedefe dönen gökyüzünün kızıllığınından daha kızıldı. “Gel” dedi. Belli belirsiz ya da ben o şekilde duymak istemiştim. Ardındaydım şimdi.

Usul usul geçiyorduk kimi ışıkları yanan ıslak duvarlı evleri. Dokunmaya kıyamıyacağın çiçekleri ile küçük ön bahçeri tek tek geride bırakıyorduk.

Sonra söndü ışıklar bir bir, biz yürüdü yürüdük. Postallarım ileriye doğru çekiyordu beni. Bende itiraz edecek güç yoktu. “Kim olabilirdi”. kimdi bu kızıl gözlü? Üzerinde çiçekleri solmuş siyah jarse bir elbise boğazına doladığı uzunca ince bej bir tül. Saçları kulaklarını adeta zorla sarmalayabilmiş bir şekilde kısacık. Yürüdükçe karardı gece. Puslu geçen gecemin nane limon kokusu da çok gerilerde kalmıştı!. Geriye doğru döndü. Durduk. Baktı gözlerimin taa içine doğru. Elindeki tarih öncesi meşalesi ile ayağında kavlamış çarıklar tuttu elimi. Sokağın nasıl bitiverdiğini hatırlamıyorum. Girdiğimiz iki ağacın arasındaki kuytuluktan, toprak merdivenleri inmeye devam ettik. Ya bendim elini tutan, ya da o. Pek farkında değildim, ama korku yoktu içimde erimişti; korkuları yakmıştım geceden. Merak da yoktu atmıştım seneler öncesinden. Kadın mıydı üçüncü bir cins mi?

Dar merdivenleri inerken üzerimde ki ağırlığımın kokusu duvarın nem kokusuna karıştı. Sigaramı yakmalıydım, ama nasıl? Sol elimle sigara yakmağa alışmadım hiç.

“Dur”. dedim. Bir sigara yakmalıyım.

“Şimdi mi”? dedi. İniltili, cılız ve kadınsı durmayan sesi berbattı.

“Evet şimdi maalesef birlikte yürüyoruz. Bir saat oldu. Hatta geçti bile. Bir şey soramadım. Uzaylı mısın? İn mi, cin mí, peri mi hiç bir fikrim yok.Eh, tamam güzel de yürüyoruz el ele. Ama dört büyük melekden biri de olsan ben sigaramı yakmalıyım. Durum bundan ibaret.

“Tamam. Yak o zaman.” dedi. Mavi saçlı, kızıl gözlü elinde meşale olan kadın, lütfetti anlayacağınız. Durduk. Oturdum. Çamurlaşmış bir zemine oturduğumu çok geçmeden farkettim. Acele bir sigara yaktım ve içime çektim.. “Ooh be” dedim. Birkaç nefesten sonra kadın elimi tuttu yine.

“ Kalk” dedi.

Annem bu kadar elimi tutmamıştır. Bu kadar hevesli, şefkatle. Yola devam ettik. El ele bu çok güzel ama, donuk bakışlı kadının. İlerledik. Ah,bir de o sesi öyle olmasaydı. Metalik gri bir ses.

Ardından merdivenleri yukarı doğru çıkmaya başladık. Bir müddet sonra yol düze döndü ama, koridor darlaştı. Ölmüştüm de yoksa ölüm meleği dedikleri miydi bu! Ama yok, dışarı çıktım sabahın ilk ışıkları düşmüştü ve yağmur yağıyordu. Ölsem bu kadar derinden hissedemezdim herhalde an be an.

‘’Kimsin sen?’’ dedim.Sordum.sorma mıydım. Siz söyleyin?

“Ben senin geleceğinim, ben senim.” dedi.

Bir ayaklarındaki çarığa benzer ayakkabıya baktım. Bir de elindeki meşaleye. Gayri ihtiyari dudak büktüm.

“Hadii canım, kafam iyi de o kadar da değil yani. Sen aynada kendini hiç görmedin galiba, kusura bakma ama, ne alaka.”

“Evet “dedi. “Geleceğinizde elektrik de yok, ayakkabı da, üzerimdeki ise ipek kuşunun bizlere armağanı. Olabilecekleri olması muhtemel şeyleri. Yaşadığın döneme göre kıyaslama.”

“Dünya dünyadır bundan ötesi on ya da yirmi sene dünyanın sonu geldi. Sen duymadın mı ekolojik tehlike diye birşey?” diye sordum.

‘’Kalıntılarınızın arasında çok gezindim işim gereği, arkeoloğum. Ben sizin kadınlarınızın evrim sürecindeki geleceğiyim. Sizin teknolojiniz kısmen bize ulaşsa da size neye malolduğunu gördük ve reddettik kullanmayı. Uzun uzun anlatmak isterdim, ama senin bu yorgun halinle ve anlamaya kapalı dimağın ile zor olur. Sadece şunu bilmelisin. Gelecekte ben senin ruhunu taşıyorum. Oldukça da ağırlaşıyorsun üzerimde. Senin depresyonun ve antideprasanların etkisi bana kadar süregeldi. On dördüncü kuşağım. Artık çekemez olduğum için bu sıkıntıya bir son vermek istedik ve ne derler siz de, bilge Niri’ye gittim. Sebebini sordum. Kendine has metodu ile seni yansıttı içime. Şimdi gel benimle.’’

Aman tanrım uyuyor muydum. Uyanık mı? Kâbusda mıydım? İşte şimdi işkillendim. Bu da neyin nesiydi. Fakat uyanıktım. Yürüyerek gelmiştim buraya. Bu gerçekti.

İlerledik dar koridoru geçip tahta bir kapının önüne geldiğimizde heyecanlanmadım desem yalan olur. Kapıyı meşalenin dip kısmıyla çaldı..

“tak..tak… tak..tak.. tak!”

Kapıyı cılız cüssesine rağmen bayağı sert çalmıştı. Tahtaların arasından arkası görünen derme çatma kapı ardına kadar açıldı. Bir adım geri attım. Önümde duran kız kıpırdamıyordu. Aslında kırmızı gözleri bile olsa yine de güzeldi. Güzeldi ama ürkütücüydü de aynı zamanda. Anlamadığım ‘tekrardoğum’ denen olay ne kadar gerçek olabilirdi ki? Parlak mavi saçlarının yansıması gözümü alıyordu. Kokusu çiçeği andırıyordu.

Saatlerce yolculuk boyunca merak ya da heyecanım bu kadar yoğun oluşmamıştı bende. Oluşmazdı da. Yani normal hayatımı sorarsanız; Evimden haftanın ilk üç günü dört saatliğine çalıştığım büroma gider, birkaç çeviri yapar, yeni yetme asistanların soruları cevap vererek yarım saat kendini iş yapmış sayar ve eve dönerdim. Patronum Cemil bey babamın çocukluk arkadaşı olmasa muhtemelen şimdiye kadar kovulmuştum. Bol kahve ve sigaradan başka bana sadık bir dostum da yoktu. Kadınlar içki kokusundan sanırım artık yanıma yaklaşmaz olmuştu. Akşamları köşedeki ‘Lori’nin cafesine uğramasam gecenin sonunda iyice koyulaşan yalnızlığını kaldıramıyordum.

Yo yo. Bu hiç inandırıcı değildi. Gecenin bir vakti bir kız karşıma çıkıcak ve beni alıp şehirden uzaklaştıracak. Usulca girdiği bilmem neresi olan kuytuluktan yerin bilmem kaç kat dibine indirecekti.

İçeri girdik. Ağır adımlarla yanyana ilerledik. İleride loş bir aydınlık vardı. Karanlığı yarıp ona doğru ilerlediğimizde Hoywood filmlerinden fırlamışçasına bir adam. Kocaman çok kalın tahtadan bir sandalyede oturuyordu. Elleri sandalyenin tokmağında, tırnakları yaşlılıktan kalınlaşmış ve iri elleri, iri parmakları sallanıyordu aşağı doğru. Birkaç basamak yukarıda olan bu adama anlayacağınız tırnaklarını görecek kadar yaklaşmıştık. Karşımda duran adam oldukça cüsseli biriydi. Sessizce gözlerime bakıyordu. Göz bebekleri beyazı görünmeyecek kadar iri ve siyahdı.

Yanımdaki maviş hatun seslendi ‘Niri’ ye; ama farklı bir lisandı şimdi anımsıyamadığım. Yarı Arapça, yarı İsrail duvarında gördüğüm yahudilerin okuduğu dil gibiydi ama, her ikisi gibi değildi telafuzu kargacık burgacık sözlerden sonra tekrar usulca bana döndü kafası, iri adamın saçları beyaz beline kadar uzundu, uçları at yelesi gibi sivri ve dağınıktı. Kalın ve tok sesi ile ‘Sahi’dedi. Beni işaret ediyordu.

Belli ki maviş beni takdim etmişti..

Gülümsememi engellemeye çalışarak bana bakan kıza dönüp, “Şimdi ne yapmalıyım? Ne demeliyim. Bir fikrin vardır değil mi?” diye sordum.

“Seni anlıyor merak etme. Şimdi bizi yardımcı olmamız için sen çağırdin ve burdasın. İçindeki sıkıntıya çare bulmak için Niri seni yanına çağırıyor.’’ diye cevap verdi.

“Deli olmalısın herhalde? Satanist misiniz nesiniz? Hangi tarikattansınız anlamadım ki’’ diye sözde kadına söylendim.

“Hiç de normal sayılmaz yaşantının farkındayız. Sen ve senin gibi yüzlerce binlerce kişi var gelecekte torunlarının genleri ile oynayan. Onlara kalıtsal hastalıklar bırakan bugün sen seçildin. Çağrına karşılık verildi. Bunun kıymetini bil iyi değerlendir.”

Tanrım delirmek üzereydim. Anlaşılan bu ilginç törene uymaktan başka çarem yoktu. Bilgisinden ağırlaşmış adeta sandalyesine yapışmış olan adama yaklaştim . İki basamak çıktım. İşte yanındaydım. Adam maviş hatuna döndü; ‘Kena.’ diye seslendi Yine anlamadığım şekilde birşeyler dedi ve kızıl gözlü kadın elinde ki meşale ile o yokoldu gitti . Kena gitmişti. Yoktu. Beyaz saçlı adam, ben bir sandalye ve kaynağı olmayan loş bir ışığın haricinde heryer karanlıktı sessizdi.

“Otur. Yanıma anlat.’’ dedi. Nedir sıkıntıların?”

Şaşırdım gayet güzel Türkçe konuşmaya başlamıştı adam. Anadilimde konuşuyordu. Karşımdaki görüntüsü kadar sesi de ciddi gelen adama üstün körü cevaplar veremezdim. Aslında kaybedecek birşeyim de yoktu. Ha, sigortamdan yüzlerce euro verdiğim pskiyatristim, ha.. bu adam ne kaybım olurdu ki, diye düşündüm.

“Haklı olabilirsin” dedi.

Düşüncemi okuyordu. Bu mümkün müydü? Flalamanca düşünsem, Flalamanca yanıt gelecekti muhtemelen. Düşündüğümden çok daha pişişik bir olayın içinde olduğum muhakkaktı.

“Çok zorlama kendini” dedi ve devam etti. “Nedir bu kadar bedenine zarar vermen, siz zamanın gerisinde ki insanlar üzerinizde taşıdığınız elbiseler kadar değer vermiyorsunuz kendinize. Üzerindeki deri cekete bir aylık kazancını verdiğini düşünüyorum mesela. Mesela bir yığın paranı da aylık sözde anlık keyiflere harcıyorsun. Para kazanmak senin için çile iken, kolayca harcayabiliyorsun da. Dünyanın düzenine isyanın, ama bu düzeni körüklüyenlerdensin, milyonlarcası gibi.”

Sinirlenmiştim.

“Evet, hepsini biliyorsun. Ne anlatmamı istiyorsun? İşimden memnun değilim. Evimden memnun değilim. Arkadaşlarımdan memnun değilim. Bu memnuniyetsizlik içinde benim sigaram, alkolüm mü çok geldi sana. Bilge olduğun söylendi. Dünyaya neden geldiğimizi söyle bana. Bu kadar sıkıntı niye?İnsanlar dünyada hep acı çekiyor, çekmeyeni söyle bana. Dünyada bunca savaş ve acı yaşanıyorken benim acılarım ne ki!? Size ne benim derdimden?”diye koyuverdim ağzıma gelenleri..

‘’Sana bir şey söyleyeceklerimi dikkatle dinle, böyle giderse üç sene sonra ciğerlerinde rahatsızlık başlayacak. Zengin babanın imkânları ile uzun tedavilerden geçeceksin. Sonra böbreklerin seni sen olmaktan çıkaracak bir yığın ameliyatın sonucunda 10 seneye kadar bu dünyadan göçeceksin.’’

Öldüm mü ben yani?’’

“Hayır, olabilecekleri söylüyorum. Korkma.’’

“Başkalarına göre oldukca basit ama beni yoran hayat bu. Yakınlarım bana hep sıkıntı verdi. Karım daha evliliğimizin birinci yılında terketti. Kararsızmışım. Karşılıksız birşey veremezmişim. Sevmeyi bilmezmişim. Peehh. Her şey karşılıklıymış benim için. Ben ne aldım ki ne vereyim çevremdekilere? Dayaklarla geçti çocukluğum. Diline yabancı bir ülkede doğdum. Büyüdükçe asıl bu dünyaya kendimin yabancı olduğunu öğrendim. Ötelendim. O yüzden önce alan olmalıydım. Öyle güçlü buldum kendimi.”

Çözülmüştüm hem de ne çözülme!

“Ne aldın sevdiklerinden ailenden ve hayattan peki?’’ diye sordu ihtiyar.

“Alamadım aldığımı düşünmüyorum. Para kazanmak için çalıştım birileri bana değer versin sevsin diye de çalıştım ama olmadı.Ne babam sevdi beni ne annem(!) hep haylaz çocuktum ben.Karımdan da birşey alamadım. Bana sevgisini veremedi bir türlü. Çok gördü.’’

Kafamı öne eğmiş konuşuyordum. Rahatlıyordum. Meğer ne zamandır konuşmuyormuşum. Eh, o zaman ben doktoruma ne anlatıyordum. Kafamı kaldırdığımda sandalyede ihtiyar yoktu. Sesi yakından geliyordu.Heryer hâlâ karanlıktı, yalnız mıydım. Yalnızdım.

“Burdayım. Sen beni sadece gözünle gördüğün için farketmiyorsun. Sen çıkarcı biri değilsin. Sadece bunu sana söyleyen olmamış. Haklısın. Bu dünyada her şey karşılıklı. Acı da öyledir. Acı verirsen dünyaya acı alırsın. Tohum ekersen semeresini toplarsın. Bir kadın seversen ailen olur ama, gerçekten seversen. Her şey sevgi ile mümkün dünyada. Neden bu dünyadayız diyorsun sevgi için. Dünyada da şeytan’a rağmen sevginin varolabileceğini ispatlamak için. Amaç bu. Sevgi ekersen sevgi alırsın.”



En son sevgiyi çocukluğumda, anneannemin çiftliğine gittiğimde ondan görürdüm. Bir de köpeğimiz Çomardan.

“Öyle düşünme. insanlar aslında tek ruh üzerine birbirine bağlıdır. Birbirlerinden farkları yoktur sonuçta ve hepsi bir tekne hamurdan koparılmış gibi parçaçıklar halinde yayılmışlardır yeryüzüne.’’

Yanıma doğru yaklaştı. Önce gölgesi sonra kendi uzun mor cüppesini sürüyerek yaklaşıyordu bana doğru. Kendimi Çomar gibi yardıma muhtaç hissettim. Bu iri adam benim acziyetimi adeta yüzüme vuruyordu. Üstelik konuşmasına da gerek yoktu. Yaklaştı. Önümde dizlerinin üzerine oturdu. Şimdi neredeyse karşılıklı bir şekilde duruyorduk. Gözgöze dizdize iri ellerini omuzlarıma koydu gözlerime baktı buruşuk yüzünün çizgileri nekadar fazlaydı. Ne kadar derindi. Gözleri ne kadar kara.

“Şimdi sana bir şans daha veriyoruz. Bu bize verildi. Bizim yüzyılımızın hediyesi olarak. Ve sen geçmişteki sen buna layıksın. Bu dünya için gelecekteki ailen ve torunların için. Yaşamda her şeyin bir karşılığı vardır. Yaşananların bir bedeli vardır. Dünyada karşılıksız birşey olmaz. Bir nefes gider bir nefes gelir. Bir nefes gider, bir nefes gelir.



Sonra ellerini göğsüme dayadı. Bir elinin ayası göğüs aramda diğer elinin ayası sırtımda, yan tarafıma doğru kaydı. Pelerinin etekleri dizlerimdeydi. Yorgundum bu adam ne yapmaya çalışıyor demeye kalmadı. İçimden konuşan adeta iniltiyi andıran bir ses önce midemde, sonra sırtımda sonra da kollarımda dolaştı hızla birkaç saniyede oldu bu. Ağzımı açmak zorunda kaldım. Çünkü dehşet bir sıcaklık oluştu. Ciğerlerimin adeta yandığını hissettim. Bu devasa adam göğüs kafesimi kıracak gibi sıkıca tutuyordu. enim gözlerim onun derinden bakan gözlerindeydi.

“Bir nefes gelir bir nefes gider. Dünyada aslolan sevgidir.” sözleri kafamın içinde yankı yapıyordu. Ağzımdan yayılan sıcaklık adamın yüzüne yapışacakmışçasına çıktı. Ağzımı açtım açtım. Gözlerimi yumdum. Başım dönüyordu. Kendimi aniden bir yastık gibi bırakıverdim. Aynı anda Niri’nin de elleri üzerimden kaymıştı. içimde büyük bir boşluk ve rahatlık gözkapaklarımı kaldıramıyordum!

Gözlerimi araladığımda Kena başucumdaydı. Sokakta yatıyordum. Bana derin kırmızı gözleri ile baktı. Sabahın ilk ışıkları o kadar zaman geçmesine rağmen hâlâ parlak değildi. Gün aydınlanmamıştı. Rüzgarın sesi martıların seslerine karışıyordu. Kena’nın elinde meşalesi yoktu. Ama saçları yine de mavi mavi parlıyordu ne güzeldi Allah ım. Gözleri bu kez soğuk değildi, sıcak bakıyordu. Teninin ne kadar beyaz olduğunu farkettim.ve daldım kaldırım döşek gibiydi. En son Kena’nın kafasının ardındaki sokak lambasının söndüğünü farkettiğimi anımsıyorum. Bir de üzerime düşen Amsterdam yağmurunun damlacıkları usuldan. Bilenler bilir,buralarda bir başka yağar yağmur…

“Ahh..Kena sen misin sen mi geldin? Gitme dur.”

Gözümü açtığımda alonumda sehpanın ayaklarının dibinde yatıyordum. Bilmem kaça kurduğum saatimin alarmı çalıyordu. Her sabah bu kadar canlı çalıyor muydu acaba?Biri şunu sustursun diye bağırmak geldi içimden. Saat kaçtı ben şimdi burada ne arıyordum? Yüreğim de bir ağrı vardı aynı zamanda hafiflik. Deli gibi kahvaltı yapmak istiyordum. Üstelik sigara da hiç aklıma gelmemişti!. Pantolonum çamur içindeydi. Duşumu aldım. Baharlık takımımı geçirdim üzerime. Deri ceketim köşede hâlâ ıslak duruyordu. Sabahtan kalma yağmurun sindiği toprak kokusu açık olan camdan doluyordu oturma odama. Hızla hazırlanıp çıktım dışarı içime çekerek yürüdüm baharın kokusunu. Az sonra kendimi yine ‘Lori’ nin kafesinde buldum. Her zaman ki güler yüzü ile karşıladı beni. Halhatır sordu hep öyle yapardı. Kahvaltımı yaptım. Uzun zamandır hiç bukadar sabah kahvaltısından keyif aldığımı hatırlamıyorum. Belki de ilk kez duvarlardaki eski siyah beyaz fotoğrafları inceledim. Lori’ye ait çocukluk fotoğrafları olmalıydı. Sonra kafeden çıkıp Cemil amcamın yanına gittim. Hani şu bahsettiğim babamın arkadaşı.İ şyerine pek uğramazdı. Bir çiçek alıp evine gittim. Olaylar hızla gelişti. İçimdeki enerji hep olsun bitmesin istiyordum. Bir daha hayata küskün antideprasan ilaçlar, bunalımlı geceler, alkollü içkiler, ciğerlerimi yakan sonu gelmez sigara paketleri olsun istemiyordum. Geleceğime yarınlarıma torunlarıma sağlıklı genler mirasım olmalıydı. Kimbilir belki de yüzyıllar sonra bir daha dünya kapısını bana araladığında üstelik güzel bir kadın da olsam gözleri alaya çalan. Bunalımlarım olmamalıydı. “Niri” ye anlatacak güzel yılları sermeliydim geçmişime.

Geceyi soruyorsunuz bana muhtemelen, ben de bir bilsem biliyorum gittim bir yerlere, biliyorum at yeleli bön sesli bir ihtiyar bir canavar çıkardı içimden. Biliyorum bir kadın tutup son kez ellerimden. Fakat gerçek miydi, hayal mi? Antideprasan ilaçlarımın bana oynadığı oyunu muydu yoksa “O” muhteşem tabiat ananın bedenlerimize verdiği savunma mekanizmasımıydı halisilasyonlar… Bilmiyorum.

Bildiğim tek gerçek var ki, insanın mahvı da kurtuluşu da kendi elinde. Kendine değer vermesinde, kendini kabullenmesinde, sevgi alacağı insanları bulup sevgisini verebileceği işlerde çalışmasında. Etrafına sevgi saçmasında. Sevgi beş harfe saklı basit bir kavram değil. Sevgi ‘aşkın’ tohumları. Her insan ayrı bir sevgi hayata ‘aşk’ ile bakmalı. Bakmalı ki tohumlarını yüzyıllara saçabilsin.

-------------------------------------------


Hiç yorum yok: