‘’Yıl 1881 yer Sicilya’’ diye başlayan espriler vardı
bir zamanlar. Benim öykümün başlangıcı da öyle olsun. Yıl 1999 yer Amsterdam. Centrumda yani
şehrin merkezinde bir çatı katı kiralamıştım. Faresi ve haşeresi bol bu çatı
katının alt ve üst kiracıları evin eski sahiplerinden daha gürültücüydü.
Geceleri dışarıdan gelip geçen gürültülü kalabalığı içen bağıran sokak
gençlerini ki çoğu işsiz güçsüz kara benizlilerden oluşmakta, evin içerisinde
ki gürültüye katarsak oldukça hareketli akşamlar yaşadığımı söylemeliyim.
Sabahları başlayan günlük maratonumda işten dil
okuluna ve oradan eve geldiğimde ‘’evim evim, güzel evim’’ diyecek bir halim
dahi kalmıyordu. Komşularımın ve ev arkadaşlarımın eşliğinde ve fare dostlarımı
saat alarmı niyetine düşünerek sabaha hareketli bir başlangıç yapabiliyordum. Klasik
deyimle Polyannacılık oyunu nasıl oynanır öğrenmeye başladığım günlerdi.
Size biraz isimden bahsedeyim. Bir restaurantın
bulaşıkçılığını yapıyordum. Bulaşıkçılık deyip de geçmeyin lütfen. Bir gün
gönüllü gelin mekana görün isterseniz. Allahtan soğuğu nadiren yitiren bir
ülkedeydim. Yoksa özellikle yaz aylarında o telaş ve koşturmaca çekilmezdi.
Aşçı yamağı iki garsonu ile küçük ama güzel bir restorantti. Avrupa sakin ve
düzenli hayatı yaşama tarzı ile bilinir. Ben Amsterdam şehrinde bu konforu pek gördüğümü
söyleyemeyeceğim. Renkli bir akşam hoş geldiğinde, benimde iş saatlerim bitmiş
oluyordu. İşten okula giderken gördüğüm insanlar tramvaylar ışıklar bayram yeri
atmosferini anımsatıyordu. Yorgun ve artık bitap düşmüş eve dönüş saatlerimde
bu kalabalığın kimi caddelerde daha da artmış olması bana adeta Avrupa şehrinde
yaşadığımı tekrarlıyordu.
Haftanın üç günü dil okulundan arta kalan saatlerde,
iş saatimin bitiminin ardından yine Amsterdam’da bir barda tanıştığım Remzi ile
bir başka bara uğradık. Birlikte yaptığımız sohbetler haftada bir iki de olsa
tüm haftanın yorgunluğuna karşın yetiyordu. Dinlendiriyordu belki de farkında
olmadan uzun yılların dostluğunu biz bu akşamlarda atıyor oluyorduk. Mini bir sokakta
ki bu mekan en çok geldiğimiz yerlerden biriydi. Los ışıklı ortamı ve sakinliği
ile bize geniş sohbet imkanı sağlıyordu. Geleceğe dair… iş, evlilik, çocuk
hayallerimize... her masasına olduğumuz süslü cam kavanozlarda ki masa mumları
bu sohbetimize şahit oluyorlardı. Remzi Hollanda uyruklu bir kız ile internette
chat sohbetinde tanışmış, bu tanışıklığı evliliğe kadar sürdürebilmişti. Bana
doğru gelmiyordu. Böyle bir ilişkiyi sağlıklı bulmuyordum. Ama Remzi aşık
olduğunu, onsuz yapamayacağını söyleyince bu düşüncemi paylaşmaktan vazgeçtim.
Avrupa ülkelerinde vatandaşlık hakkı kazanmak oldukça uzun ve yorucu bir takip
gerektiriyordu. Hatta kimi zaman Remzi bir taş ıle iki kuş vurduğunu söyler
gülerdi…
Şehir
çocuğu olmama karşın bisikletle burada tanışmıştım.benim çocukluğumda daha çok
hali vakti yerinde olanlar
çocuğunun bisikletini ihmal etmezdi. Remzi’yi tanımamla aynı dönemlere
rast gelmişti mor bisikletimle arkadaşlığım. Remzi ile yine demlendiğimiz bir
akşam saat gece yarısına yaklaşırken eve koyulmak üzere ayrılıyorduk ki , ben
bisikletime binerken yeni arkadaşım soruverdi..
‘’ya dostum aşk var mı aşk? ne olacak senin bu halin?
‘’yo be arkadaşım. bu devirde aşk mi kaldı ‘’ diyerek
yanıt vermiştim.
Sonra selamlaşıp ayrıldık. Yolum bitmek üzereydi ki. O
an bir farklılık yapmak istedim. Bisikletimden inip yürümeye başladım. Bu kez
mor bisikletim bana arkadaşlık ediyordu. Kapısı görünen evime girmek yerine
arka sokağından dolanarak gitmeyi tercih ettim. Evimin arka sokağı olmasına
rağmen ilk kez bu yoldan geçiyordum. Yol boyu ilerledikçe salonlarında rahat
koltuklarında abajurlarını yakmış kitap okuyan karı-kocalar, bilgisayar başında
çalışan ya da belki de gezinen aile üyelerini röntgenci edası ile izleyerek
morumla birlikte yürüyorduk. Aile ortamlarını görmeyeli uzun zaman olmuştu.
Gerçi benim anımsadığım aile akşamlarıma uymuyordu bu manzara ama salon
birlikteliği hep aynıdır.. sokağın sağ basında duran iç kısımdaki iri bina
dikkatimi çekti. Adımlarımı sıklaştırdım. Yanılmamıştım düşündüğüm gibi bu eski
tas yapı bir kiliseydi. Herhangi bir ışık yoktu. Hatta ürkütücü bile
denilebilirdi. Bahçe kapısı açıktı. Arkadaşımı alçak bahçe duvarına yasladığım
gibi demir kapıdan içeri süzüldüm. Yanlış mı görüyorum diye şaşaladım. Bu
saatte kilise kapısı açıktı. İçeriden piyano sesi geliyordu. Korkusuzca kafamı içeri
doğru salıverdim. Öyle değil midir? benim memleketimde ibadet yerlerine izin
alınmadan girilebilir!.. Piyano çalan bir bey gördüm ve onu dinleyen bir kadın.
Rahiplerin giysi odasının kapı aralığından eşikte durmuş adamı dinliyordu.
Adamda kendinden geçmiş elleri piyanonun tuşlarında çalıyordu… Sırtı onu
dinleyen kadına dönük bir şekilde bana hafifçe yan oturuyordu.Karşımda ki adama çok uzak olmayan
bir yere oturdum kadına başımla selam verdim. Sade krem rengi elbisesi ile birlikte yüzünde ki masum ifadeden genç
bir rahibe olabileceğini düşündüm.bu geç
saatte neden burada olabirdi acaba diye düşünmeden edemedim. O da selamıma
karşılık olarak başı ile karşılık
vermişti. Vivaldi nin bestesini çalan bu adam bende hayranlık uyandırırken
,birazda içkiyi kaçırmanın rehaveti içinde dinledim.
piyano oldukça eskiydi.belli ki gündüz yahut hafta
sonları o oval rayda ki perde
çekildiğinde bu eski piyano gizleniyor.o gür ve etkili sesi ile org meydana
çıkıyordu.
Yaklaşık 10
dakika sonra bu mini konser bitince piyanist birkaç saniye öylece durup
bekledi. Aniden bakışları bana yönelince toparlanma ihtiyacı hissetmiştim. Ama
yerim rahattı sanırım. Bu toparlanma çok da başarılı olmamıştı.
“Merhaba” dedi kendi dilinde. “Bu saatte ne getirdi
seni buraya?” yarım yamalak dil tecrübemle; “Affedersiniz… çok güzel
çalıyordun” diye yanıt verdim.
Yanıma doğru yaklaştı ben de ona doğru adımlarımı
attım. “Teşekkür ederim adım Frank, siz?”
“Merhaba ben Yener” samimi bir ses tonu ile bana
oturalım dedi. Yer gösterdi birlikte oturduk. Göz üçü ile kadını kontrol ettim.
Orda değildi. Anlaşılıyor ki o da odasına çekilmişti.
“Konuşmak istersen” dedi, adam;
“Biraz lisanınızı biliyorum” dedim tebessümle…
“O
halde ben konuşayım” dedi.
“Çok güzel olur, dinlerim. Anlamam iyidir” dedim.
Hayret!
Adam da sanki gecenin bir vakti biri gelse de muhabbet etsek durumundaydı.
Olsun diye geçirdim içimden. Olsun bu gecemin de bir farkı olsun… Frank
anlatmaya başlamıştı bile;
Çocukluğundan
başladı. Kısaca annesine olan sevgisini, ailesini, nerede yaşadığını; Ateist
bir baba, Agnostik bir anne ev ortamında çoğu mantık ve gizem sohbetleri ve
kuralları ile geçen bir çocukluk. Uzunca anlattığı okul yılları, sıkı
dostlukları, hatırlı öğretmenleri neredeyse iki saat geçmişti.
Anlayabildiklerim ölçüsünde aşkları… politik üniversite yıllarında ki
kavgaları. Farkında olmadan kaykıldığım yerde içim geçmiş, aniden doğrulup
kendime gelmeye çalıştığımda önümde kahve fincanları ile bekler buldum
kendisini…
Sonra
Maria’ya sıra geldiğinde cümlelerin hızı yavaşladı, özenle kuruyordu cümleleri
daha çok anlamamı istercesine. Belli ki üniversite yıllarında tanışmıştı Maria
ile. Dindar Katolik bir ailenin kızıydı Maria. Çok heyecanlanıyordu her ismini
söylediğinde kızın. Anlaşılan bu hayata dair derin yarası bu Maria denen bayan
olmuştu.
Durdu
yine kahvesi henüz yarı olmamıştı. Ben biten fincanımı yere koydum.
-Ne oldu Frank, sonra ne oldu? Biliyorum ki senin için
çok önemli bu kadın!
-Ne mi oldu? Hüzünlüydü sesi… Evet üzgünsün.. Neler
oldu?
-“Maria oldu”
dedi. Gözleri dolarak. O artık yok.
Bu adamın dengesiz bir tarafı olsa da üzülmüştüm. Az
önceki heyecanından eser kalmamıştı. Şaşırdım. Hiç bu kadar duygusal bir
Avrupalıya rastlamamıştım.
Sabahın ilk ışıkları, kilisenin camlarından ışık
hüzmeleri etrafa şişli bir aydınlık veriyordu. Sessizliği yine ben bozdum:
-Sonra, sonra hiç sevmedin mi? Frank evlenmedin mi?
-Hayır,
hiç düşünmedim Yener. Hem de hiç. Sonra peder olmaya karar verdim.
Şaşırmıştım
karşımda ki adam peder olabilir miydi?
-Neden
böyle bir karar aldın anlamadım?
-Maria
Katolik’ti beni ise düşüncesi karmaşık bir genç, bu durumum annemden gelen
özellik sanırım. Yirmili yaşlarımın başında ki heyecanımla belki de dinim adına
çok samimi düşünmeden bu kararı almıştım. Çünkü Maria’ya ulaşmanın tek yolu bu
olabilirdi. Hastalığının son evreleri Maria hep derdi. “Üzülme Frank, üzülme
sevgilim, yine buluşacağız.” O zaman öyle düşünüyordum. Öteki dünya varsa Maria
beni mutlaka orada bekliyor olacaktı.
-Şimdi
ne düşünüyorsun?
-Evet
var… ve o beni bekliyor. Ah..Mariam!... Deli bir gençlik kararıydı. Ailem ile
çok sorun yaşadım karşı çıktılar, kararıma saygı göstermediler. İlk bu
düşüncelerle girdim peder olacağım yolu yürümeye, zor bir yoldu Yener, çok zor…
ama değdi Mariam için. Mariam beni Tanrıya ulaştırdı. Başlarda sadece Maria
vardı şimdi biliyorum ki beni seven ve beni Mariam’a ulaştıracak olan Tanrım da
var. Mariam’a cennetinin en güzel köşelerinden birini verdi. Beni bekliyor
sevgilim orada… hizmetle geçirdiğim onca yıl ve işte şimdi buradayım Yener.
Hayat çok garip…
Hiç
evlenmedin mi?..Çocukların olsun istemedin mi?
Hayır
Yener hiç düşünmedim.ben böyle kendimi bulabildim.Kutsal düşünceye bu
yalnızlığımla inandım.
-İnanıyorsak
hep varız, var oluruz Peder Frank… dedim tebessümle…
O
da tebessümle cevap verdi.Bu yaşlı adamın sabah olmasına ve geceden uykusuz
olmasına karşın o neşeli tebessümü banda umut vermişti.
-Ara
sıra uğra Yener, konuşalım ben Mariam’ı anlatayım sana, sen kendi hayatını olur
mu?
-Olur,
Peder sevinirim. Dedim. Kalkıp tokalaşarak ayrıldık. Dışarıdan sabahın
hareketliliğinin başladığına dair araba ve okuluna gitmekte olan çocukların
gürültüleri geliyordu. O da notalarına doğru yöneldi tekrar.
Kilisenin
kocaman cami sabahın ışığı ile öylesine bir cümbüş arzediyordu ki ;
muhteşemdi mavinin sarının kızılın tonları sabah neşesi ile doluyordu iç mekana
hıristiyanlığı sembolize eden geometrik şekiler bu geometrik şekilerlin
özelliklerini Ankara ‘daki öğrencilik
yıllarımda arkadaşım olan Leyla dan
duymuştum.Bu konuda tez hazırlamıştı;
Notre
Dame Katedralinden bahsetmişti.ilk o zaman duymuştum kilise mimarisi hakkında
detay birşeyler.Bu katedralin cephe diye adlandırılan birçok cami ve bu
camlarda herrbirinin ayrı öyküsü olan resimler ıilenirmiş.Kanavice gibi ..
Fransız
gotik mimarisinin en essiz örneği olarak bilinen Notre Dame, ayrıca ilk gotik
katedrallerdendir demişti . Gotik okadarını soramadım.Gotik ne anlama geliyor
şimdi bak keşke daha dikkatli
dinleseydim diyorum.Heykellerin ve işlemeli camların ortaçağ Roma mimarı
üslubundan sonra pek görülmemiş bir dünyevilik içeriyormuş,
Turistler
açısından popüler bir yer olmasından başka bu kilise halen bir Roma Katolik
katedrali olarakda kullanılır demişti Leyla.Herzaman avrupa tarihine ilgim
olmuştur.Leylanın anlattıkları da kiliseleri hakkında aldığım ilk bilgilerden
olmuştu. Mesela Batı cephesi diye adlandırılan bölümünde ki pencerede yeniden
tahta çıkan İsa'nın ön bakire de dahil olmak üzere yaşayan ve ölüleri
yargılaması konu edilmişken ..Güneyde ki
pencerede Yeni Ahit'ten "İsa'nın zaferi" hikaye edilmiş.
Bir
gün dünyada ki birkaç ülkeyi gezecek kadar
param olursa ilk isim bu katedrali görmek olacak. Listemde başlarda yer
alıyor.
çünki
bu eser Avrupa'da özgün eserler olarak kalmayı başarmış sayılı tarihi
yapıtlardan biri.
Şimdi
bulunduğum bu küçük kilisede katedral kadar olmasada o uhrevi havası ile
sarıyordu sizi . Hemen başımı yukarı çevirdiğimde gördüğüm kiliseye göre
oldcukça büyük ve gösterişli olan camda gürdüğüm Meryem ana tasfiri kucağında
İsa bebeği ile yarattığı mistik ahenge
önceden sönmüş mumların kokusu eşlik ediyordu.
Arkamı
dönüp çıkarken aklıma geldi, hemen geri dönüp;
-Frank, dedim.
-Evet, dedi.
-O bayan kimdi?
-Hangi bayan Yener?
Parmağımla işaret verdim… şurada kapının eşiğinde seni
dinliyordu gece. Koşarak yanıma geldi, nasıl bir bayandı? Dedi.
Bonesi olan sade bir gecelik yada elbisesi olan
beyazlar giyinmiş, saçlarını iki oruk yapmış omuzlarından aşağı kumral bir
bayan!!…
Frank şaşırmıştı. Biraz zorlasam kalbinin sesini dahi
duymam mümkündü.
Aniden çöktü oturdu. Bu binadan benden başka kimse yok çocuğum! Dedi
-İyi misin? Dedim.
El işareti yaptı. Gitmemi istedi, belli ki yalnız
kalmak istiyordu.
Düşünmeden edemedim. Hatta irkildim. O kadının Maria
olması muhtemel miydi?
Küf kokan kapıya yönelip çıkmak istediğimde, kapının
köşesindeki gösterişli çerçevesi olan levha dikkatimi çekti.
“Beni gördüğün için
mi iman ettin, gitmeden iman edenlere ne mutlu” Yuhanna 20/24-29
Dışarı çıktığımda bir Amsterdam sonbaharının sabah soğuğu dahi beni
ayıltmakta zorlanmıştı. Kilisenin yeşillenmiş eski taslarına bakarken küf kokan
kapıyı kapadım. Bahçe kapısına vardığımda mor bisikletim adeta bana gülümsedi.
Bir zaman tünelinden çıkar gibiydim. Sokağın diğer başından bisikleti ile
yaklaşan kız dikkatimi çekti. Saçları ipek gibi rüzgârda savruluyor, bana hızla
yaklaşıyordu. Bisikletimi aceleyle yola
doğru çevirdim.rüzgar yüzümü gıdıkladığında İşte şimdi kendime geldim
be!…diye düşünmüştüm.
Hayat akıyordu ve bizler gecikmemeliydik
öykü
Yalnız Balıklar