1/10/2015

Son Anıt


“Bu sabah keyiflisin Frediricht?..”

“Sabah  Mısır’dan, Kahire Vali Said Paşa’dan bir haber geldi, sen yardımcın ile mutfakta yemek hazırlarken.”

“Evet?..”

“Osmanlı Padişahi Sultan Abdülaziz’in emri ile  görüşmeye çağırıldığımı söyledi. Bir siparişleri olacak sanırım.”

“Yani Mısıra’ mı gidiyorsun?..” diye sormuştu  güzel Merim.

“Endişe etme, bir hafta gidiş geliş, en fazla bir ay. Gemi ve bize özel kamara tahsis edilmiş.’

“Senin için sevindim canım… Güzel bir teklif  olur umarım.”

“Umarım Meri, belki şu sıkıntılı günlerimizde biraz olsun elimiz rahatlar. Malum Fransa kolay günler yaşamıyor. Kimsenin sanatsal bir anıt isteyecek ne hâli ne  morali var… “

O gün sabah deniz bir başkaydı sanki. Limana Meri ile birlikte gitmiştik. Sonbahar olmasına rağmen kırık güneş adeta bugün bizim için parlıyordu.

İlk uzun ayrılığımız olacaktı. Mısır, gizemi ve hakkında anlatılanlardan dolayı hep ilginç ve çekici bulduğum bir ülkeydi. Ama mumya ve piramitlerin haricinde sosyal hayatından çok da haberim yoktu. Devlet bünyesinde yapılan bu davet açısından içim rahattı. Söz konusu Sultan Abdülaziz’in daveti idi. Katılmamak kabalık olurdu.

Fransa kraliyeti aracılığı ile elime ulaşan mektuptan sonrası hazırlığım iki haftayı bulmuştu. La Rochelle Limanı her gün olduğu gibi yine kalabalıktı. Denizciler, tayfalar, malzeme taşıyanlar. Hatta kaçakçılık peşindeki korsanlar, hamalları takip ediyor, yönlendiriyordu. Sözde kimse birbirinin işine karışmıyor görünüyor ama sanki gizli bir anlaşma içinde ezberlenmiş işlerini tören edası ile yapıyorlardı. Az sonra bana eşlik edecek Antuan da  görünmüştü. Genç bir heykeltıraş olan Antuan ile bir senedir ortaklaşa çalışıyor, ona tecrübelerimi aktarıyordum. Önceki sene kraliyet balosunda tanışmıştık. Ailevi işleri dolayısı son üç aydır Marsilya’da bulunduğunu, buraya da henüz ulaşan Marsilya gemisi ile geldiğini anlattı:

“Yük gemisiydi dostum, oldukça yorucu geçti. Onu da kaçırsam bugün yetişemezdim. ‘

Marsilya’ya erken gelen yaz günlerinden, lale bahçelerinin güzelliğinden bahsediyordu.  Fransa’nın şu çalkantılı döneminde Marsilya’da olmanın onu şanslı kıldığını söylemiştim. 

Liberal seçmenler mi, kral mı derken, Fransızlar doğuya açılmış, Cezayir’i de Fransa topraklarının eyaleti yapmayı başarmışlardı. Çoğu asil bunun yeni doğan mucize çocuktan olduğu öngörüsünü taşıyordu. Tahtın varisi Berry dükünün  bir oğlu dünyaya gelmiş ve kraliyet ailesinin sürekliliğini  destekleyenler için bu müjdeli bir haber olmuştu.

“Eski Fransa yok sevgili Frediricht” dedi Antuan, ‘Artık yeni bir Fransa doğuyor. Çocuğun olması restorasyonu değiştirmez, o süreç başladı bir kere.”

Ona katılmıyordum. Napolyon’un baskın krallık yönetiminden sonra karın ağrılı bir dönem geçiriyorduk, doğru ama bu dönem de geçecekti.

Meri ile vedalaşma zamanı gelmişti. Gözleri dolu dolu olan güzel karımın ellerinden tuttum.

“Merak etme Meri, döneceğim. Kim bilir, hani şu şehir efsanesi mumyan da olur bir ay sonra, evde ona bir yer ayarlamayı ihmal etme!”

Şakam onun nemli gözlerini güldürmüştü. Sarılıp o masum yüzüne öpücük kondurdum: “Kendine ve oğlumuza iyi bak Meri.”

Antuan az ileride bekliyordu. Ben ona yönelince o da şapkasını çıkarıp Meri’yi selamlamıştı. Birlikte, bizi bekleyen gemimizin merdivenlerine yöneldik. Son dakikalardı . Bağrışmalar ve koşuşturmalar çoğaldı. Ağlayanlar, el sallayanlar… Sonunda gemi kalktıktan on dakika sonra, Meri’nin havada gördüğüm beyaz eldivenli eli de kaybolmuştu.

Gemi yolculuğu yorucu olmasına rağmen hoşuma giderdi. Özellikle akşamları. Rüzgârın sesinde yıldızları seyretmek, ara sıra geminin tahtalarına sertçe vuran dalgalardan ürkmek… Belki bir çift aşığı, güvertede mehtabı izlerken seyretmek!..

Antuan’la kamaramızı bulup bavullarımızı getiren gence bahşiş verip yerleştirdik.  Belli ki delikanlı biz gelene kadar beklemişti. İçimden ‘umarım bahşiş memnun etmiştir” diye geçirdim. “Beklediğine değmiştir umarım.”

Antuan:

‘Ben bittim Frediricht, izin ver dinleneyim. Sana bugün eşlik edemeyeceğim, belki yarın dostum.”

“Sen dinlen. Ben bir şeyler yedikten sonra gelirim. Sorun değil, yolumuz uzun Antuan.”

Ertesi gün ve daha ertesi gün Antuan’ın dinlenmeleri uzadıkca uzadı. Sonunda itiraf etmişti: “Beni deniz tutuyor. Canını sıkmak istemedim. Ama bu yolculuğa da katılmak çok istiyordum” açıklamasını yapmıştı. Anlayışla karşıladım, bu genç ve hevesli sanatcı arkadaşımı...

Belli ki bu uzun yolun hem giderken hem dönüşte tek hevesli yolcusu ben olacaktım. Aklımda yarım kalan projeler ve elimde karaladığım notlarımla güverte günlerim bittiğinde bizi kavurucu bir sıcak karşılamıştı.  Yolculuğun son gününde de hissettiğim bu sıcaklık, Mısır’a, İskenderiyeLimanına vardığımızda hat safhadaydı. Bu ülkede çok kalabileceğimi sanmıyordum. Antuan’a gülerken ben de zor bir durumla karşı karşıya kalmıştım. Böylesi bir sıcağa alışkın değildim.

Mısır’ın Hıdivi Said Paşa’nın görevlileri, kırmızı fesleri ve kıyafetleri ile bizi karşıladılar. Ellerindeki beyaz eldivenleri bir an bana sevgili Meri’min limandaki hüzünlü hâlini hatırlatmadı dersem yalan olur.

Ayaklarımın günler sonra kuru ve sarı bir kumlu çakılın üzerinde ilk buluşması dizlerimi titretmişti. Bir an önce bu karmaşık insan kalabalığından kurtulmak ve yine günler sonra her hangi bir sallantı olmadan derin bir uyku uyumak istiyordum. Etrafımızı çocuklar ve dilenciler sarmıştı aniden, ufak boylu kalabalığın etrafımızda peydah olması beni ürkütmüştü.

Antuan ise adeta Mısır’a sık sık giden gelen biri gibi keyif içindeydi; ‘Bu liberaller esnek oluyorlar’ diye mırıldandım.”

“Efendim Frediricht.. Memnun değil misin. Şu coşkuya baksana ?..”

“Ne coskusu Antuan, gülüp durma, yoksa ceplerinde bir şey bırakmazlar” diye uyardım.

Şaşkın şaşkın bana baktı. Belli ki onu karşılayanların neşeli çocuklar olduğunu düşünüyordu.

Hidiv’in ertesi günü bizi kabul edeceğinin bilgisi verildikten sonra, kalacağımız konak için yola çıktık.

At arabası gemiyi aratmayacak şekilde engebeli yolları hızla ve titreterek gidiyordu. Kerpiç evler, Sıcağa aldırmadan orasını burasını kapatan kadınlarla adamlar. süs eşyaları satanlar, dumanı üstünde ateşe konmuş tencereler, anlamadığımız karışık bir lisanın yükseldiği dar sokaklardan çıkarken, arabayı bırakıp ufak bir deve kafilesi oluşturmuştuk. Gemiden inmemiz ve yola koyulmamız öğleden sonra olduğu için akşam sahrada konaklayacaktık. Yıldızların yağmur gibi yağdığı bir gece geçirmiştik. Mısır günlerimden en net hatırımda kalan da o yıldızların parlaklığıdır. Sabahında muhteşem piramitleri uzaktan seyrederken adeta uçsuz bucaksız sarı bir gök arabamızın altından kayıyordu.

Nihayet Kahire sokaklarına girmiştik. Ezher Üniversitesi’nin yanından geçerken çarşının girişindeki cümbüşe şahit olmuştuk. Tabelada Fransızca Hüseyin Çarşısı yazıyordu. Meydanı geçerek tekrar Kahire’nin büyük evlerinin önünden geçerken nihayet kalacağımız konağa gelmiştik.

Duran arabadan inerken Antuan’ın yolculuk boyunca birkaç kg verdiğini fark ettim. Aslında ayaklarım ve başım yerinde olsa, daha bir çok şeyi fark ederdim, ancak yorgunluğumuz hat safhadaydı. Bizi getiren kırmızı fesli, geniş alınlı, esmer sarı benizli delikanlılar, ertesi sabah bizi alacaklarını söyleyip, konak hizmetlisine selam vererek yanımızdan ayrıldılar.

Konağın sahibesi,  iri yarı ve doğu kıyafetleri içinde gözleri sürmeli bir kadındı. Keten olduğunu düşündüğüm elbiseleri vücudunu sarmalamıştı. Saçları yarım örttüğü başörtüsünün arka kısmından beline kadar iniyordu. Asıl beni şaşırtan bizim dilimizle konuşması olmuştu.

“Şaşırmayınız mösyö, ben bu konağın evlat edinilmiş çocuğuydum. Babam Fransız bir tarihçi idi. Annem ise Mısırlı saygın bir ailenin kızı. Onlar rahmetli olunca bu konak da bana kaldı.”

Hafif batı tarzı konuşmasından, eğitimin konakta oluşturduğu düzenden ve huzur yayan atmosferinden ailesinin ona sevgi ve emek vererek büyüttüğünü görmek mümkündü.

‘Hıdiv (vali) Bey’in konuğu olduğunuzu biliyorum bayım. Sizi en iyi şekilde ağırlamak bizim görevimiz. Endişelenmeyin.”

Hem dilimizi konuşup hem doğu misafirperverliği içinde cümleler kurması kulağıma cazip olduğu kadar esprili gelmişti. Antuan ise durumdan oldukca memnun, kadının arkasından giderken tebessümle bizi dinliyordu.

Avluda el nakışı yastıklarla dolu sedirler vardı. Avlunun dört bir yanını çevreleyen sedirlerin ortasına bakan kısımda  bir şadırvan bulunuyordu. Etraflı ince sütunlardan sarkan beyaz tüllerin haraketliliği ve suyun sesi bir nebze olsun şiddetli sıcağı unutturuyordu. Dar bir koridorun başladığı yerden hemen yukarı çıkan taş  basamaklar, bizi odamıza çıkarmıştı. Gerekli malzemeler hakkında bilgi veren konak sahibesi, izin isteyip yanımızdan ayrıldı.

“İşte bu Antuan, işte bunu hiç beklemiyordum. Odamızda hamam var. Duruma bakılırsa hazır bir şekilde bizi bekliyor.”

“Harika Frediricht. Dışarısı ne kadar sıcaksa içeri o kadar serin. Hamam harika olacak!.. Bu taş ev ve mimarisini de bir ara inceleyelim.”

“Haha hahh!.. Haklısın dostum.”

Doğu tütsülerinden  atmosferi gizemli şark masallarını andıran odamızda hamam  faslı sonrası o gece derin bir uyku çekmiştik. Sabahında alışık olmadığımız ama farklı tatlardan oluşan bir yer sofrası ile uyandırıldık. Odamızda yaptığımız kahvaltının ardından Vali konağına gittik. Karşılamanın ardından Vali bizi odasına çağırttı. Nasıl bir talepleri olacağını kestiremiyordum. Bütün gemi yolculuğum boyunca da bunu düşünüp durdum. Ama yeni bir kültür için aklımda herhangi bir fikir de oluşmamıştı. Vali göbekli, sakallı ama gayet askeri bir terbiye içinde  duran ve konuşan bir beydi. Bizi ayakta ve nezaketle karşıladı:

“Hooş geldiniz!.. Önce ülkeme sonra davetime icabet ettiğiniz için aziz devletimizin makamına!..”

Başımız ile selâmladık: ‘Biz teşekkür ederiz, sayın Vali” dedim.

Said Paşa:

“Malumunuz, Süveyş kanalı artık bizim himayemizde ve yenilenmesi için elimizden geleni yapıyoruz. Osmanlı imparatorluğunun idaresinde bulunduğumuzdan bu konuda Sultan Abdülaziz efendimiz, bir jest de bulunmak istedi. Süveyş kanalı için sizden girişine konulmak üzere Osmanlı’nın gücünün de bir nişanesi olarak anıt yapmanızı istiyor. Beni bu konuda görevlendirdi. Birlikte karar verip görkemli ve iki dünya  insanını da kucaklayan bir umut heykeli olsun istiyoruz. Ancak Sultanımızın istediği devasa ölçülerde ve sanatsal zenginlikteki anıtı şu an mevcut heykeltıraşlar içinde sadece size teklif edeceğimizi biliyoruz. Kendisi de bunu bilhassa önemle istedi.”

“Bu onurlu teklif için minnettarız. Önceden bu bilgi ulaşmış olsaydı. Size yanımızda taslaklarla gelebilirdik. Ancak şunu söyleyebilirim böylesi bir anıt için uzun zaman uğraşmam gerekir; ben ve ekibim için uygun şartlar ancak Fransa’da olacağından mazur görmenizi istirham ediyorum.”

“Elbette sayın Frediricht, anlıyorum. Maddi konuda endişeniz olmasın; Sultan  Abdülaziz sizi fazlasıyla ödüllendirecektir. Zaten kabul etmeniz dahilinde ön ödemeyi tarafıma yaptı. Bittiğinde geri kalanını da ben size gelerek takdim edeceğim. Anıtı buraya uygun koşullarla getirmek için çaba sarf edeceğim.”

Ardından söylenen ödeme miktarını duyduğumda bir sonraki seyahatimin İstanbul olmasını ve sadece bir an için Sultan Abdülaziz için eserler yapmanın hayalini kurmuştum. Hem ben Frederic Auguste Bartholdi olarak ve hem Fransa’nın şanına yakışır  mükemmel bir eser inşa etmeliydim. Görüşme, bir gün sonra tekrar bir araya gelip projeler üstünde fikir alışverişinde bulunmak üzere kısa sürmüştü. Aslında bundan sonrası tamamen benim hayal gücüm ve ekibimin emeği olacaktı.

Port Said Limanı için düşünülen bu anıtın günler ve haftalar boyunca sadece düşüncede şekillenmesi, beni Antuan’ın Piramit gezilerindeki fobilerini “İstanbul’a gidelim” ısrarını ve ben Fransa’ya  gelmeyeyim mızmızlarını dinlerken de devam etti. Konak sahibesi Nejla ile içtiğimiz akşam kahveleri ve nargileler Mısır’ın sıcağını unutturan minderli sedirimiz ve muhteşem yıldız  yağmurundaki akşamlar nihayet bulduğunda, biz yine sallantılı yolculuğumuza geri dönmüştük…

Nejla’nın verdiği ot çayı ile yolculuk sıkıntısını hafifleten Antuan, artık akşamları bana eşlik ediyordu. Meri’m den ayrılalı bir ayı çoktan geçmişti. Ama aldığım teklifin ona bu hasreti unutturacağını düşünüyordum. Gemi yolculuğumuz boyunca Antuan’la çizimler üzerinde çalıştık, taslaklar yaptık. Ortaya çok güzel bir şey çıkacaktı; en son yaptığım kilise için olan çalışmalarım dahi, durum o ki, bu yapıtım yanında sönük kalacaktı.

Yolculukta verdiğim ilk karar, eserin malzemesi yönünde olmuştu. Ortalama doksan metre olacak olan anıtı bakır ve çelik karışımından düşünüyordum. Yıllara ve çetin deniz havasına meydan okuyabilecek şekilde!... Hayatımın belki de en önemli projesi olacaktı. Heyecandan haftalar süren deniz yolculuğumun Antuan’a rağmen nasıl geçip bittiğini anlayamadan. Evimin kapısında buldum kendimi. Ufak camları olan evimin kırık olan kapısından ekmeğin kokusunu alabiliyordum. Arkası dönük mutfak masasında oturmuş çayını içen Meri’ye;

“Bahçede bana eşlik eder misiniz, bayan?...” diye sordum. Yerinden sıçraması ile boynuma atılması bir olmuştu. Sonra narin ve beyaz ellerinin arasına aldı yanık tenli yüzümü. 

“Aahh!.. Frediricht, uzak diyarların korsan denizcileri gibi olmuşsun!..”

Ev hizmetlisi bana masa hazırlamak için işe koyulmuştu ki, Meri ile geniş salonu aşarak arka bahçeye çıktık. Peşimize Fransız usulü ince porselenlerde çaylarımız gelmişti. Paris’in güneşli ancak serin esintisine bırakmıştım kendimi... Çimlerin kokusu öylesi keskin ve ağaçların dalları öyle kocamandı ki…

Meri:

“Anlaşılan sadece özlenen ben değilim” dedi.

Muzip ses tonu   ile;

“Ahhh!.. Meri, bir bilsen; Mısır öylesine çekici bir güzelliği varken,  öylesine karmaşık ki. Hem kör kuyudan çekilecek su gibi hem çölde aranılan bir serap gibi. Ama ben seni çook özledim!”

Bir yıl sonra eseri tamamlamış olmama rağmen ne Said Paşa gelip  Mısır’a naklini yapmış, ne de başka bir yere, ya da Süveyş’e Port Said’e  götüren olmadı. En sıkıntı vereni ise, eserin yapımındaki ekibe ödedeğim ve elimde kalan eseri kaldırdığım deponun kirasını da bana ödenen peşinat ile ancak ödeyebilmiştim. Tasarlanan bu ilk heykel Kızıldeniz ile Akdeniz’in birleştiği yere koyulacak Firavunlar zamanının giysilerine bürünmüş bir kadın şeklindeymiş ve elinde ‘Asya’nın ışığının Mısır’dan geldiğini’ sembolize eden bir meşale tutuyormuş havası verecekti.

Ancak o ışık Batıdan yansıyordu ve gittikçe parıltısı artıyordu; bunun ne Asya ne de Uzak Doğu farkında değildi.

 
ÖYKÜ
Sen Tara Saçlarımı

Hiç yorum yok: