Gökyüzünün davetkâr şehri İstanbul, hazır mısın büyük
güne; ben o senin nazlı sevgilin. Bekliyorum bıraktığın yerde. Kolların ejderha
gibi yedi tepeden sarmış mavi ovasını, ki içinde balıklar yunuslarla oynaşır.
Düğünümüzün hayaliyle avunuyorum. Beylerbeyi’nin
sahilinde üzerimde gelinliğimle seni beklemenin tahayyülündeyim. Düğünümüz
Kanlıca’nın tepesinde kır düğünü olsun; hemen önce Kanlıca yoğurdu yiyelim. Ama
benim yoğurt kasem bol pudra şekerli olsun. Oradan Fethi Paşa Korusu’nda
yorgunluğumuzu dinlendirelim. Uzanırken Mihrimah’ın gözdesine, uğrayalım
Üsküdar Camii’ne, iki rekat namaz kılalım, sünnettir. Salınırken Salacak’ta Kız
Kulesi’ne doğru gelin telli arabamızdan,
Şemsipaşa Camii’ne el sallarız. İskele sancak derken, ver elini mavi
yolculuk… Gülümsesin bize, yalıların göz göz odalarından zengin ama yalnız
kalpler. Kıskansınlar, akşamında olacak düğünümüzü!..
Rumeli Kavağı’na
giderken vapurun köpüklerinde anılarımızı yad edelim. Uzun yıllar önce
Üsküdar’ın dar sokaklarının ahşap evlerinde yaşamış olan nine ve dedelerimize dua etmeyi ihmal, aman ha,
etmeden.
Gün batımının sahil evlerinin camlarını ne de güzel
kızıla boyadığını fark ettin mi?..
Rumeli Kavağı’na doğru yüzyıllık akıntınla sürüklenme vakti
şimdi.
Vardık mı kavaklara, dur, az soluklanalım. Vapur
sirenini çalarken sabırsızlıkla bekleşen balıkçılara da selâmı sen ver. Ben o
anda duvağımı düzeltiyor olacağım… Eteklerimde akşam üzeri yakamozları dolanacak, onlara gülücükler atacağım.
Elli yıllık balıkçıda beş lokma lüfer yerken çıtır
tadına, senin gözlerine bakarken, bakmanın keyfi ile varacağım. Boğazın turkuaz
ve zümrüt gerdanlığını izlerken, güneş
birkaç saat sonra bizden ayrılacak olmasının telaşına düştü… Dönüşümüz kalenin
eteklerinden olsun. Mahallelerin sağır sokaklarını tercih edelim; hani şu arka
sokaklarda dolu dolu yaşanan, ama sesini duyuramayan olanlarından. Belki Sarıyer’in
sarmaşıklarına dolanırız ama ıhlamur ağaçlarının serinliği iyi gelir.
Çocukluğumu hatırladım şimdi; Sarıyer Plajında
sepetinden leblebi tozunu çıkarıp veren annemi, ‘üç kuruşa git, iki gazoz al’
diyen babamı!.. Gazozun baloncuklarında büyüyen ilk gençlik yıllarımı. Hemen şu
tepeden devasa salıncakta arkadan habersizce iten komşu çocuğu Can’ı, ağaçlar
mı çok büyüktü, ben mi çok küçüktüm dersin, ayağımın altındaydı koca göğün serilirken İstinye’ye...
Sonra kış olurdu. Üşürdü ayaklarım. Ablalarım okulda
ya, tek başıma nasıl oynarım. Dönerdim eve televizyonda ‘Hacivat, Karagöz’,
elime sıkıca tutturulmuş bir bardak süt! Şimdi gelinliğim süt rengi ve sıcak.
En az senin kadar, yedi kolun kadar sıcak ve en az senin hâlâ direnen cumbalı
evlerin ve konakların kadar!..
Bugün Eminönü
tren garının eşiğinden beklemeden atlayıp, hızla Yedikule sokaklarında
selâm verelim rutubet kokan sonradan kıyılmış mimarisine!.. Zindanlar boş
şimdi.
Kadınlar ellerindeki çekirdekten ikram eder belki. Taksim’e yol alırken gördüğüm güzel kızdan
bir buket gül alalım. Gül koksun ellerimiz. Cihangir… Cağaloğlu, Sultanahmet’te
bir nargile içelim. Turistlerin kocaman gözlerinin halıları nasıl taciz
ettiğini seyrederken de gülelim azıcık.
Belki Topkapı’da bir hatıra fotoğrafı çektiririz.
Yerebatan Sarnıcı’nda gelinliğimin dantelli eteklerini serinletiriz. Acelemiz
var, malûm kır düğünümüzün mahyaları yanmıştır.
Beşiktaş’ta kuşlara yem atıp vapurla geçmeli Üsküdar’a,
ki gelinim ya bugün, gönlüm şen olsun!..
Usul usul kalkan vapurun, köpüğünde buluşalım
seninle. Martılar voltada henüz. Seyreyler kız bizi tac-ı kulesinden. İstanbul’un göğsüdür nihavent. Akar gider göğünden hicazkâr. Çayın yudumunda kayboluveririz. Demli çayın yüzeyinde kavuşan iki dem olalım.
Tekrar kucaklarken bizi Üsküdar!..
Unutma ama sevgili, seninle tanıştığımız günü, o gün yağmurluydu; şimşeklerin arasından
gülümseyerek yüzümü okşamanı ve kokunla beni mest ettiğinin sabah saatleriydi.
Ellerimden tutmadın, nezaketinden olsa gerek. “Hiçbir bayanı rahatsız etmedim,
bugüne kadar” demiştin. Ama yağmur damlaları
gözlerimin önünden geçiyorken, öyle güzel görünüyordun ki!.. Yağmur sonrası gök
kuşağının altından o gülümsemeni hiç unutamam.
... Ve seni tanıdığımın ilk bahar mevsimiydi; laleler sermiştin önüme
Hidiv Kasrı’ndaki ilk buluşmamızda!.. Sonra
Beykoz’a indiğimiz sabahı hatırlıyorum. Çengelköy simidini alıp
oturduğumuz koyda, bana kadim şiirlerini fısıldayışını...
Benim yerimde hangi kadın olsa, sana aşık olurdu. Öyle
güzeldin ki, Mısır’ın Sultanı Yusuf seni tanısa, o dahi kıskanırdı
güzelliğini...
Şimdi hadi
elimden tut sevgili, yeter sustuğun; insanlar bizi bekliyor.
Düğün sabahında vuslatın dakikası hâlâ donmuşken, salalar
hoş geldi ezanların peşinden!.. Halbuki yer gök çınlıyordu sevgimizden.
Boğazına kadar dökülen gözyaşların baharın neşesi içinde adeta beni kıskandırıyordu.
Beyaz gelinliğimin şekli değişti ama rengi değişmedi. İşte şimdi sevmiştin beni. Kalpten sevdiğini
şimdi anlamıştım. Hep o deli gibi beklediğim aşk sözlerini şiirler ve şarkılar
olmadan ilk kez söyledin bana, ilk kez sevgiyle almıştın kollarına.
“Şimal rüzgarına kapılıp, imbatın esintisi ile savrulurken
düşmüştün kollarıma…’
Bir zamanlar henüz sen yoktun ve adanmışlıklar; Ruhunun
zemzemine hasretti dudaklarım. Bir serapsın
ki, düşlerim aldanır. Aldanmak için midir seraplar?..
Ey en güzel gelinim şimdi uğurluyorken seni, göz kapaklarında nazının izi var.
Düğünün sabahında kim terk eder yârini. Saçlarından
akan kederin ayaklarıma dolanır. Beyazıt Meydanı’nda al gözlü güvercinler
uçuşurken, ressamın fırça darbeleri donar. Med cezirden ibaretti dün
yaşananlar. Oysa yıldız yıldızdı, senin için biriktirdiğim masallar.
Dinlemelisin; aç gözlerini!.. Son kez bak göğsümün göğüne; son kez bak
gözlerime!..
Bereketimle kavrulmuş şairler gözleri kapalı
düşlüyorken beni, sen nazlı göz kapaklarında neyin seyrindesin!..
Kalbim Galata’da atıyor. Buselerim Emirgan’da, daha
ninnilerim var söyleyeceğim sana...
Gözleri cennet sevgili.
Tenin gülsuyu ile yıkandığından beri, elimi sürmedim sana. Zakkumlar
dökülürken gül dudağına, veda busesi verememenin çilesi ne büyüktür, bilir
misin?.. Onurumla bin yılları deviririm de, sevdana on saat yetemedim. Ey
rüyası maşuku olan hazır mısın?.. Ardından gurbetinin sokakları yıkanıyorken
sılana kavuşmaya. Kendi ellerimle kendime gömüyorum seni. Kutsal hazinem, kıymetlim!..”
Aşiyan hiç bu kadar coşmamıştı. Zakkumların selâm
durduğu yoldan Fatihalar, Yasinler eşliğinde sarmaladın beni. Ebedi mutluluk
evimize taşırken...
Kokunla yoğrulma zamanı ya şimdi; unutma beni!.. Üzerime
yağmaya devam et, yaprakların eksik olmasın toprak çatımın üstünden. Ellerinle
ara sıra boğazdan su çiseleri at bana. Lodos’un korkutmasın. Gemiciler
küser sonra!..
Halbuki ne güzel bir hayat yaşamıştık seninle, el ele
göz göze; tıpkı düğün arifesindeki günümüz gibi.
Damatların en güzeli, baharım sende dondu. Ama sen ne
güzel doğmuştun bana. Ey şehr-i âlâ İstanbul!..
öykü
şeyda Koç
Sen Tara Saçlarımı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder