Onun bin yedi yüz kilometreyi aşarak memleket
sınırlarına girdiği yıllar para birimi henüz TL idi. Gaz pedalı ile heyecanlı
arkadaşlığını sınırı aştığı anda kardeşliğe çevirip soluklanmak için durduğunda
ise çoğu muhteşem Selimiye’nin minaresinden yükselen davet karşılardı.
Çorbacıların tencere sesleri içinde kendine bir
tabaklık masa arar, oksijenin ve gökyüzünün maviliği eşliğinde çorbasını
yudumlardı. Gurbetten sılaya vuslat yolculuğu yıllarca böyle geçmişti.
Molalarda kesik kesik nefes almalar, düz asfalttan kaçırılmış kaçak uykular.
Teypte Ferdi ve Orhan Baba şarkıları.
Ancak her yolculuğun sonunda Edirne sapağında
yolculuğun acısını çıkarmanın dayanılmaz hafifliği!..
Çorbası ve meşhur Edirne ciğeri. Adeta bin yedi
yüz kilometre acısını çıkarırcasına bir kavuşma; midenin ve bedenin şenliği.
Şimdilerde ise artık doğup büyüdüğü şehre yerleşmenin sevinci ve mutluluğu
içinde yine bir gezi tasarlıyordu; Edirne’ye bu kez vefa için… Yıllar olmuştu
onu görmeyeli, nimetlerini tatmayalı. Muhteşem Selimiye’nin gölgesinde
sabahlamayalı...
Geçmiş hatıralarını yokladığında, otel
resepsiyonunda bir genç ona;
“Siz yerli turist sayılırsınız. Ama güzel Edirne’mizin
görülecek, hissedilecek çok yeri vardır. Tavsiye ederim” demişti. İşte şimdi o
gencin ateşlediği merakı gidermek için yolu düşmüştü bir kez daha, bu vefalı
şehre!.. Dört saatlik sakin ama özlem dolu yolculuğun ardından varmıştı Edirne’ye…
Bu kez yolunu direkt Edirne Sarayı’ndan kalanlara
çevirdi. Kısa, bodur ağaçları geçerken esen havanın, araladığı arabasının
camında içeri ıslık çalarak girdiğini duyuyordu. Bu rüzgârın ardından yağmur
gelecekti muhakkak. Yağmurdan önce Edirne’yi tepeden seyreylemek istiyordu.
Karşılaştığı ufak ama ana kucağını andıran camide soluklanmak istedi.
Bahçesinde çiçekleri budayan birini gördü. Namaz vakti olmayışından olsa gerek,
başka da kimse görünmüyordu.
“Bahçıvan efendi. Bu camiyi ilk kez görüyorum. Adı
nedir?”
Güllerin arasından çömeldiği yerden başını hafifçe
çeviren orta yaşlarda olan adam doğruldu.
“Hoş geldiniz!..”
‘Bu şirin caminin adı nedir bey amca?..’
‘Dar’ül-Hadis Camii; Sultan 2.Murat’ın 1435’te
yaptırmış olduğu bir camii; ilk medrese olarak mı cami olarak mı yaptırıldığı
net bilinmiyor. Çünkü etrafında bir çok yapının kalıntıları mevcut. Medrese
olduğu düşünülüyor. 1903’te geçirdiği yangında çok hasar görüş. Yine tamir ve
restorasyonu da son Osmanlı padişahları tarafından yapılmış. Camilerin içinde
en çok şehzade, sultan türbeleri ve bahçe düzenlemesi ile tanınır, bilinir.
Benim de görevim gelenlere bilgi vermek, hakkında söylenenleri taze tutup
neslimize aktarmak…’
“Anladım. İmam nerede, ziyaret etmek isterim?”
Tebessümle karşılık verdi.
“Benim, genç adam!”
“Ama!..”
“Haklısın, hizmetli sandın ama zaten görevimiz de
camiye hizmet değil mi? İmamlık sadece insanları bir araya getirmekle olmaz.
Hizmet her anlamda, her sahada, yirmi dört saat gerekli.”
Bu güler yüzlü, temiz giyimli adamın, uzun
zamandır tanıdığım ve gördüğüm imamların dışında bir profili vardı. Mütevazı
olduğu kadar da bilgili. Bahçeyi gezdirip bahçesinde bulunan şehzade ve sultan
kabirleri hakkında bilgi verdi. Manevi havasını her saniye soluduğunuzu, aynı
zamanda beyninizin hücreleri de hissediyordu. Caminin içine girdik. Çok büyük
olmayan caminin yeşil halısında bağdaş kurup oturduk. Biraz sonra hanımı da
bize çay getirdi. İlk kez Cuma namazı haricinde camideydim. Ve üstelik oturmuş,
bir imamla çay içiyordum. Çayın tadı damağımda bir başka yayılıyordu. Kubbesi
üzerinizde mutluluk bahçesinde geziniyorken, üzerinize düşen çiçekler gibi
dinlendiriyordu. Orada bulunmanın bilinciyle memnun ve huzurluydum.
Bana mutlaka Muradiye ve Üç Şerefeli Camiyi de
görmem gerektiğini söylemişti. Tarif üzre yola koyuldum. Yol boyunca tarih
kokan Osmanlı’dan kalma duvarların, imarethanelerin, kasırların olduğu yolları
geçerken, aklımda ne gurbet günlerim kalmıştı ne de başka bir şey.
Yolum üzerindeki arsa içerisinde gördüğüm sadece
tek bir minare ise beni şaşırmıştı. Bu kadar camileri ve tarihi dokusu içinde
bu başlı başına bir minare de neydi. Camisi kayıptı. Soracak birini göremedim. Gelip geçen
arabalar, bir kaç köylü. Arsanın yola bakan kısmında bir mezar ve üzerindeki
yazı dikkatimi çekti: ‘Şeyh Şücaeddin Efendi’nin ruhuna Fatiha.’
Muradiye Caminin bulunduğu tepeye vardığımda
yağmur yağıyordu. Akşam üzeriydi.
İçeri girdiğimde ilkin bekçi ile karşılaştım.
Merhabalaştık. Yerleri yağan yağmurun suyu tutmuştu. Şemsiyem beni gittikçe
hızlanan yağmurdan koruyordu. Hemen solumda Arapça yazılı kabir taşlarının
olduğu kabristan. Ardında Muradiye Camii’nin ışıklarının yansıdığı camları
duruyordu. Geniş taş yolu, yatırlara Fatiha okuyarak geçerken, Osmanlı divan
şairlerinden Ahmet Neşati Dede ile Recep Enis Dede’nin kabirleri dikkatimi
çekti; döndüm baktım; cümle şuara ve üdebaya Fatihalar gönderdim.
Caminin ön cephesine döndüğümde harika sütunlarla
örülü avlusu karşıladı beni. Giriş kapısının solunda geniş ve büyük iki hat
yazısı derinden etkiledi yüreğimi: Allah ve Hüve. Yağmur hâlâ tüm bereketi ile
yağıyordu. Ancak avlu korunaklı ve ışıl ışıldı. Açık olan kapısına yaklaştım;
içeri boştu. Geniş, ferah kubbesinin yer yer kalmış eski el süslemesi
desenlerini incelerken, kim bilir geri kalan kısmı ne şekil ziyan olmuştur diye
geçirdim içimden. Ayakkabılarımı çıkarıp şöyle bir dolanayım dedim. Yalnız
olmanın huzurunu, “Hoş geldiniz!” sesiyle yağmurun sesini arkada bırakarak: “Merhaba”
dedi bir ses, sağıma döndüğümde, elinde tespihi ile oturmakta olan bir bey
vardı.
“Merhaba. İçeride kimse yok diye düşünmüştüm.”
“İlk kubbe ve duvarlardaki çinilere bakarken
gördüm sizi. Zamanında çalıp çırpıp bu mirasları götürenler olmuş. Bıraktıkları
ile avunuyoruz şimdi..”
Yakasız gömleği, hafif kır saçları, ufak ama derin
bakan gözleri ile bu adamın, açık gri takım elbisesinin ne kadar temiz ve sanki
yeni ütüden çıkmış gibi olan hâli dikkatimi çekti. Kendimi kot pantolon ve
mevsimlik bir tişörtle, bir an bu cami atmosferine yakıştıramamıştım. Sanki
daha çok tüccar görüntüsü veriyordum. Belki biraz daha iyimserlik göstersem,
yerli turist hâlime uygun. Yanımda oturan adamın, bir kaç adım ilerisine gidip
yanına oturmuştum. Şimdi beraber izliyorduk. Duvar resimleri, bin bir özenle
yazılmış hat yazılarını ve emsali hiçbir yerde olmayan yaklaşık altı asırlık
İznik çinileri ışıl ışıl parlıyor, bizleri selamlıyordu adeta.
“Gelirken boş bir tarlada tek başına bir minare
gördüm. Bir bilginiz var mı beyefendi?”
“Efendim, bir vakitler Osmanlı henüz uğurlanmıştı.
İşgaller sonucu zorunlu göçlerle zaten koca başkentin nüfusu dörtte birlere
inmişti. Yokluk kıtlıkla bir medeniyetin izlerini silmek isteyen kişiye bağlı
bazı yönetimler bir araya gelince yüzün üzerinde dini mabet, tekke, medrese de
özel mülkiyet olarak şahıslara satıldı maalesef… Geçen yetmiş seksen yıl
içerisinde o şahıslar da kiremitleri, keresteleri, duvar taşlarını söküp
satınca da sözünü ettiğiniz mahzun ve mahcup minareler kaldı geriye. Günümüz
Edirne’sinde onlarca var onlardan. Sözünü ettiğiniz Şeyh Şücaeddin Hazretleri
Camiinin minaresi de derin ironisiyle dimdik ayaktadır. Ama tufan geldi geçti
şükür; Edirne aslına, özüne dönüyor gün be gün. Balkanları, İstanbul’u fetheden
şehir Edirne, adım adım kendine geliyor; ümitvar olmak lâzım gelecekten.
İnsanın olduğu yerde ümit kesilmez evlat! “
“Gören gözle Edirne’yi gezmek ne büyük haz ve ne
büyük zenginlik. Halbuki bir çoğumuz farkında değiliz medeniyetin kapısı,
coğrafyanın ilk başkenti ve atalarımızın medeniyete açılan beşiği olan bu
beldenin kültür mirasımızın, değil mi efendim?”
“Derler ki Kâbe’den sonra duaların en makbul
olduğu beldedir Edirne. Edirne’de de Eski Camii, Dar’ül-Hadis ve burası yani
Muradiye. Camilerinin sıklığı belki de bundandır. Edirne’nin kendisi bir cami
siluetini andırır zaten. Selimiye’de
Cuma’yı kılarsınız belki, ama Üç Şerefeli’de amininizi tekrarlamak gelir
içinizden. Dar’ül-Hadis Camii Selimiye’nin kız kardeşi, Üç Şerefeli Camii erkek
kardeşidir. Dar’ül-Hadis’te kitaplar tutar ellerinizden, birlikte Muradiye
Camii’ne yahut II.Beyazıt Şifahanesine çıkar mutlu olursunuz!.. Muradiye
avlusundan Osmanlı’nın sefere çıkarken Namazgâh Ovasına kurduğu otağı ve
yeryüzünün en güzel ordusunu seyreylerken hayalen, Edirne’nin üstünde dua
mırıltıları ile coşan martıları izler; seyrin sonunda dönerken Adalet Kasrı’nda
soluklanırsınız. Hemen kasrın önünde, o görünmez kaftanları ile hâlâ
bekçiliğini sürdüren Yeniçeriler canlanır gözünüzde. Canım Edirne Sarayının
yanından geçerken, bugüne kalan üç beş parça yapısına, neden bu kadar mahzun
diye hayıflanırsınız. Muhteşem bir gizemdir Edirne’den sizde kalan. Bana
soracak olursanız; gök İsrailiyatta tanımlanan bilgiler gibi yedi kat değildir:
Burada gök beş kattır. Her bir katında ruhlar korur ve gözetler, hâlâ buraya
yolu düşen insanları. Her bir katı şehitlerin, yatırların, alimlerin, şairlerin
ve ediplerin, muhterem hoca ve hafızların onlara biat etmiş talebelerinin
ruhları ile kuşatılmıştır. Belki de bu yüzden göğünden kuşu, yeşilinden yağmuru
eksik olmaz. Bakın yağmur dindi. Şimdi yolculuk zamanı!”
Kalktı, o uzaklaşırken hiçbir şey diyemedim; hâlâ
düşünüyordum. Demek ki buraya gelmek, sadece benim fikrim değildi. Buraya her
yolu düşen yabancıya ilahî bir davet gidiyordu. O özlemle kavuşuluyordu bu
şehre!.. Camiden henüz çıkan uzun boylu, bilge adamın peşinden koşarak çıktım.
Adını sormak tanışmak istiyordum. Kapı ardına kadar açıktı. Ancak gözümün
görebileceği hiçbir köşede rastlayamadım. Koştum, bekçiye sordum. O da bana
şaşkın şaşkın baktı. Belli ki o da görmemişti. Tenimin gerildiğini ve ruhumu
tümüyle büyük bir heyecanın kapladığını hissettim. Kimse yoktu. Muradiye Camii’nden
ayrılırken mesuttum o vakit. Arabamı almadım, biraz yürümek istedim. Belki
ismini bile bilmediğim bu yabancıya rastlardım. Dolandım kayıtsızca. Yokuş
aşağı inerken bir gecekondu mahallesine geldiğimde, vakit bir hayli geç
olmuştu.
Tekrar yolumu geriye çevirdim. Camdan yaşlı bir
teyze seslendi. Belli ki yalnız yaşıyordu.
“Evladım,
yolunu mu kaybettin?”
“Hayır teyze, sağ ol. Dolaşıyordum...”
“Neredesin, biliyor musun oğlum?”
“Hayır teyze. Ama arabam yolun başında, merak
etme.”
“Bu boş arazi var ya, hani manzaralı, güzel,
bomboş?..”
Döndüm baktım gösterdiği yere.
“Burası Cellat Mezarlığı’dır. Ve üzerinde mezar
taşı yoktur. Bu koca şehirde bomboş, bakımsız olan bir bu mezarlık vardır.
Madem geziyorsun bunu da bil. Osmanlı’da sadece cellatlar buraya gömülürmüş.
Herhalde Rabbim bunlara beni de bekçi dikti!..” diye küskün bir ses tonu ile
konuşmasını bitirmişti.
Adımlarımı sıklaştırdım. Bir an önce arabama binip
otele gitme telaşındaydım. Yarın yine gezilecek çok yer vardı. Aracıma binip
gaza dokunduğumda yağmur yine başlamıştı. Yağmur altında da Selimiye silueti
hakimdi şehre. Otele yaklaştıkça şehrin ışıkları çoğalıyordu. Ciğerci
dükkânlarından dağılan kokular sokağı dolduruyordu.
öykü
şeyda Koç
Sen Tara Saçlarımı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder