1/06/2015

Göğün Beşinci Katı



Onun bin yedi yüz kilometreyi aşarak memleket sınırlarına girdiği yıllar para birimi henüz TL idi. Gaz pedalı ile heyecanlı arkadaşlığını sınırı aştığı anda kardeşliğe çevirip soluklanmak için durduğunda ise çoğu muhteşem Selimiye’nin minaresinden yükselen davet karşılardı.
Çorbacıların tencere sesleri içinde kendine bir tabaklık masa arar, oksijenin ve gökyüzünün maviliği eşliğinde çorbasını yudumlardı. Gurbetten sılaya vuslat yolculuğu yıllarca böyle geçmişti. Molalarda kesik kesik nefes almalar, düz asfalttan kaçırılmış kaçak uykular. Teypte Ferdi ve Orhan Baba şarkıları.
Ancak her yolculuğun sonunda Edirne sapağında yolculuğun acısını çıkarmanın dayanılmaz hafifliği!..
Çorbası ve meşhur Edirne ciğeri. Adeta bin yedi yüz kilometre acısını çıkarırcasına bir kavuşma; midenin ve bedenin şenliği. Şimdilerde ise artık doğup büyüdüğü şehre yerleşmenin sevinci ve mutluluğu içinde yine bir gezi tasarlıyordu; Edirne’ye bu kez vefa için… Yıllar olmuştu onu görmeyeli, nimetlerini tatmayalı. Muhteşem Selimiye’nin gölgesinde sabahlamayalı...
Geçmiş hatıralarını yokladığında, otel resepsiyonunda bir genç ona;
“Siz yerli turist sayılırsınız. Ama güzel Edirne’mizin görülecek, hissedilecek çok yeri vardır. Tavsiye ederim” demişti. İşte şimdi o gencin ateşlediği merakı gidermek için yolu düşmüştü bir kez daha, bu vefalı şehre!.. Dört saatlik sakin ama özlem dolu yolculuğun ardından varmıştı Edirne’ye…
Bu kez yolunu direkt Edirne Sarayı’ndan kalanlara çevirdi. Kısa, bodur ağaçları geçerken esen havanın, araladığı arabasının camında içeri ıslık çalarak girdiğini duyuyordu. Bu rüzgârın ardından yağmur gelecekti muhakkak. Yağmurdan önce Edirne’yi tepeden seyreylemek istiyordu. Karşılaştığı ufak ama ana kucağını andıran camide soluklanmak istedi. Bahçesinde çiçekleri budayan birini gördü. Namaz vakti olmayışından olsa gerek, başka da kimse görünmüyordu.
“Bahçıvan efendi. Bu camiyi ilk kez görüyorum. Adı nedir?”
Güllerin arasından çömeldiği yerden başını hafifçe çeviren orta yaşlarda olan adam doğruldu.
“Hoş geldiniz!..”
‘Bu şirin caminin adı nedir bey amca?..’
‘Dar’ül-Hadis Camii; Sultan 2.Murat’ın 1435’te yaptırmış olduğu bir camii; ilk medrese olarak mı cami olarak mı yaptırıldığı net bilinmiyor. Çünkü etrafında bir çok yapının kalıntıları mevcut. Medrese olduğu düşünülüyor. 1903’te geçirdiği yangında çok hasar görüş. Yine tamir ve restorasyonu da son Osmanlı padişahları tarafından yapılmış. Camilerin içinde en çok şehzade, sultan türbeleri ve bahçe düzenlemesi ile tanınır, bilinir. Benim de görevim gelenlere bilgi vermek, hakkında söylenenleri taze tutup neslimize aktarmak…’
“Anladım. İmam nerede, ziyaret etmek isterim?”
Tebessümle karşılık verdi.
“Benim, genç adam!”
“Ama!..”
“Haklısın, hizmetli sandın ama zaten görevimiz de camiye hizmet değil mi? İmamlık sadece insanları bir araya getirmekle olmaz. Hizmet her anlamda, her sahada, yirmi dört saat gerekli.”
Bu güler yüzlü, temiz giyimli adamın, uzun zamandır tanıdığım ve gördüğüm imamların dışında bir profili vardı. Mütevazı olduğu kadar da bilgili. Bahçeyi gezdirip bahçesinde bulunan şehzade ve sultan kabirleri hakkında bilgi verdi. Manevi havasını her saniye soluduğunuzu, aynı zamanda beyninizin hücreleri de hissediyordu. Caminin içine girdik. Çok büyük olmayan caminin yeşil halısında bağdaş kurup oturduk. Biraz sonra hanımı da bize çay getirdi. İlk kez Cuma namazı haricinde camideydim. Ve üstelik oturmuş, bir imamla çay içiyordum. Çayın tadı damağımda bir başka yayılıyordu. Kubbesi üzerinizde mutluluk bahçesinde geziniyorken, üzerinize düşen çiçekler gibi dinlendiriyordu. Orada bulunmanın bilinciyle memnun ve huzurluydum.
Bana mutlaka Muradiye ve Üç Şerefeli Camiyi de görmem gerektiğini söylemişti. Tarif üzre yola koyuldum. Yol boyunca tarih kokan Osmanlı’dan kalma duvarların, imarethanelerin, kasırların olduğu yolları geçerken, aklımda ne gurbet günlerim kalmıştı ne de başka bir şey.
Yolum üzerindeki arsa içerisinde gördüğüm sadece tek bir minare ise beni şaşırmıştı. Bu kadar camileri ve tarihi dokusu içinde bu başlı başına bir minare de neydi. Camisi kayıptı.  Soracak birini göremedim. Gelip geçen arabalar, bir kaç köylü. Arsanın yola bakan kısmında bir mezar ve üzerindeki yazı dikkatimi çekti: ‘Şeyh Şücaeddin Efendi’nin ruhuna Fatiha.’
Muradiye Caminin bulunduğu tepeye vardığımda yağmur yağıyordu. Akşam üzeriydi.
İçeri girdiğimde ilkin bekçi ile karşılaştım. Merhabalaştık. Yerleri yağan yağmurun suyu tutmuştu. Şemsiyem beni gittikçe hızlanan yağmurdan koruyordu. Hemen solumda Arapça yazılı kabir taşlarının olduğu kabristan. Ardında Muradiye Camii’nin ışıklarının yansıdığı camları duruyordu. Geniş taş yolu, yatırlara Fatiha okuyarak geçerken, Osmanlı divan şairlerinden Ahmet Neşati Dede ile Recep Enis Dede’nin kabirleri dikkatimi çekti; döndüm baktım; cümle şuara ve üdebaya Fatihalar gönderdim.
Caminin ön cephesine döndüğümde harika sütunlarla örülü avlusu karşıladı beni. Giriş kapısının solunda geniş ve büyük iki hat yazısı derinden etkiledi yüreğimi: Allah ve Hüve. Yağmur hâlâ tüm bereketi ile yağıyordu. Ancak avlu korunaklı ve ışıl ışıldı. Açık olan kapısına yaklaştım; içeri boştu. Geniş, ferah kubbesinin yer yer kalmış eski el süslemesi desenlerini incelerken, kim bilir geri kalan kısmı ne şekil ziyan olmuştur diye geçirdim içimden. Ayakkabılarımı çıkarıp şöyle bir dolanayım dedim. Yalnız olmanın huzurunu, “Hoş geldiniz!” sesiyle yağmurun sesini arkada bırakarak: “Merhaba” dedi bir ses, sağıma döndüğümde, elinde tespihi ile oturmakta olan bir bey vardı.
“Merhaba. İçeride kimse yok diye düşünmüştüm.”
“İlk kubbe ve duvarlardaki çinilere bakarken gördüm sizi. Zamanında çalıp çırpıp bu mirasları götürenler olmuş. Bıraktıkları ile avunuyoruz şimdi..”
Yakasız gömleği, hafif kır saçları, ufak ama derin bakan gözleri ile bu adamın, açık gri takım elbisesinin ne kadar temiz ve sanki yeni ütüden çıkmış gibi olan hâli dikkatimi çekti. Kendimi kot pantolon ve mevsimlik bir tişörtle, bir an bu cami atmosferine yakıştıramamıştım. Sanki daha çok tüccar görüntüsü veriyordum. Belki biraz daha iyimserlik göstersem, yerli turist hâlime uygun. Yanımda oturan adamın, bir kaç adım ilerisine gidip yanına oturmuştum. Şimdi beraber izliyorduk. Duvar resimleri, bin bir özenle yazılmış hat yazılarını ve emsali hiçbir yerde olmayan yaklaşık altı asırlık İznik çinileri ışıl ışıl parlıyor, bizleri selamlıyordu adeta.
“Gelirken boş bir tarlada tek başına bir minare gördüm. Bir bilginiz var mı beyefendi?”
“Efendim, bir vakitler Osmanlı henüz uğurlanmıştı. İşgaller sonucu zorunlu göçlerle zaten koca başkentin nüfusu dörtte birlere inmişti. Yokluk kıtlıkla bir medeniyetin izlerini silmek isteyen kişiye bağlı bazı yönetimler bir araya gelince yüzün üzerinde dini mabet, tekke, medrese de özel mülkiyet olarak şahıslara satıldı maalesef… Geçen yetmiş seksen yıl içerisinde o şahıslar da kiremitleri, keresteleri, duvar taşlarını söküp satınca da sözünü ettiğiniz mahzun ve mahcup minareler kaldı geriye. Günümüz Edirne’sinde onlarca var onlardan. Sözünü ettiğiniz Şeyh Şücaeddin Hazretleri Camiinin minaresi de derin ironisiyle dimdik ayaktadır. Ama tufan geldi geçti şükür; Edirne aslına, özüne dönüyor gün be gün. Balkanları, İstanbul’u fetheden şehir Edirne, adım adım kendine geliyor; ümitvar olmak lâzım gelecekten. İnsanın olduğu yerde ümit kesilmez evlat! “
“Gören gözle Edirne’yi gezmek ne büyük haz ve ne büyük zenginlik. Halbuki bir çoğumuz farkında değiliz medeniyetin kapısı, coğrafyanın ilk başkenti ve atalarımızın medeniyete açılan beşiği olan bu beldenin kültür mirasımızın, değil mi efendim?”
“Derler ki Kâbe’den sonra duaların en makbul olduğu beldedir Edirne. Edirne’de de Eski Camii, Dar’ül-Hadis ve burası yani Muradiye. Camilerinin sıklığı belki de bundandır. Edirne’nin kendisi bir cami siluetini andırır zaten.  Selimiye’de Cuma’yı kılarsınız belki, ama Üç Şerefeli’de amininizi tekrarlamak gelir içinizden. Dar’ül-Hadis Camii Selimiye’nin kız kardeşi, Üç Şerefeli Camii erkek kardeşidir. Dar’ül-Hadis’te kitaplar tutar ellerinizden, birlikte Muradiye Camii’ne yahut II.Beyazıt Şifahanesine çıkar mutlu olursunuz!.. Muradiye avlusundan Osmanlı’nın sefere çıkarken Namazgâh Ovasına kurduğu otağı ve yeryüzünün en güzel ordusunu seyreylerken hayalen, Edirne’nin üstünde dua mırıltıları ile coşan martıları izler; seyrin sonunda dönerken Adalet Kasrı’nda soluklanırsınız. Hemen kasrın önünde, o görünmez kaftanları ile hâlâ bekçiliğini sürdüren Yeniçeriler canlanır gözünüzde. Canım Edirne Sarayının yanından geçerken, bugüne kalan üç beş parça yapısına, neden bu kadar mahzun diye hayıflanırsınız. Muhteşem bir gizemdir Edirne’den sizde kalan. Bana soracak olursanız; gök İsrailiyatta tanımlanan bilgiler gibi yedi kat değildir: Burada gök beş kattır. Her bir katında ruhlar korur ve gözetler, hâlâ buraya yolu düşen insanları. Her bir katı şehitlerin, yatırların, alimlerin, şairlerin ve ediplerin, muhterem hoca ve hafızların onlara biat etmiş talebelerinin ruhları ile kuşatılmıştır. Belki de bu yüzden göğünden kuşu, yeşilinden yağmuru eksik olmaz. Bakın yağmur dindi. Şimdi yolculuk zamanı!”
Kalktı, o uzaklaşırken hiçbir şey diyemedim; hâlâ düşünüyordum. Demek ki buraya gelmek, sadece benim fikrim değildi. Buraya her yolu düşen yabancıya ilahî bir davet gidiyordu. O özlemle kavuşuluyordu bu şehre!.. Camiden henüz çıkan uzun boylu, bilge adamın peşinden koşarak çıktım. Adını sormak tanışmak istiyordum. Kapı ardına kadar açıktı. Ancak gözümün görebileceği hiçbir köşede rastlayamadım. Koştum, bekçiye sordum. O da bana şaşkın şaşkın baktı. Belli ki o da görmemişti. Tenimin gerildiğini ve ruhumu tümüyle büyük bir heyecanın kapladığını hissettim. Kimse yoktu. Muradiye Camii’nden ayrılırken mesuttum o vakit. Arabamı almadım, biraz yürümek istedim. Belki ismini bile bilmediğim bu yabancıya rastlardım. Dolandım kayıtsızca. Yokuş aşağı inerken bir gecekondu mahallesine geldiğimde, vakit bir hayli geç olmuştu.
Tekrar yolumu geriye çevirdim. Camdan yaşlı bir teyze seslendi. Belli ki yalnız yaşıyordu.
 “Evladım, yolunu mu kaybettin?”
“Hayır teyze, sağ ol. Dolaşıyordum...”
“Neredesin, biliyor musun oğlum?”
“Hayır teyze. Ama arabam yolun başında, merak etme.”
“Bu boş arazi var ya, hani manzaralı, güzel, bomboş?..”
Döndüm baktım gösterdiği yere.
“Burası Cellat Mezarlığı’dır. Ve üzerinde mezar taşı yoktur. Bu koca şehirde bomboş, bakımsız olan bir bu mezarlık vardır. Madem geziyorsun bunu da bil. Osmanlı’da sadece cellatlar buraya gömülürmüş. Herhalde Rabbim bunlara beni de bekçi dikti!..” diye küskün bir ses tonu ile konuşmasını bitirmişti.
Adımlarımı sıklaştırdım. Bir an önce arabama binip otele gitme telaşındaydım. Yarın yine gezilecek çok yer vardı. Aracıma binip gaza dokunduğumda yağmur yine başlamıştı. Yağmur altında da Selimiye silueti hakimdi şehre. Otele yaklaştıkça şehrin ışıkları çoğalıyordu. Ciğerci dükkânlarından dağılan kokular sokağı dolduruyordu.

öykü
şeyda Koç
Sen Tara Saçlarımı




Hiç yorum yok: