Sırım gibi yağan bir
yağmurun ortasında durdunuz mu hiç?
O yağmurda sırım sırım
oldu mu ağırlaştı mı omuzlarınız?..
İşte bu harikulade ıslanma‘edebiyat’ın mecazi tarifidir. Edebiyata yön
veren kişiler, iç pencerelerini dış dünyaya kapamamış güçlü zihinler ancak
kendini öyle bir hissettirir ki kendinizi o ıslaklık içinde buluverirsiniz.
Gizemli bir yolculuktur insanın kitaplarla tanışması ve bu yolculuğa başlaması.
Kimi zamanı geldiğini anlar ve biner o edebiyat gemisine usulca alır eline ilk
kitabını. Kimi bir büyüğünün o zemini hazırlamasını ister bilemez hangi
koşullarda ne kadar sürecek bu yolculuk, gözü korkar. Çoğuna ya çok sevdiği
öğretmeni vesile olur, ya da annesi, babası yahut bir yakını. Serüvenin başlaması
için okuma yazma bilmek kâfidir. Çünkü dinsel ya da ruhsal bir yolculuk
değildir bu, kaldı ki bu katmanların bünyemize girmesi ana rahminden itibaren
başlar. Bu ilginç serüven kelimelerle tanışmamızın yıl dönümünde, kalemi ilk
elimize aldığımızdan itibaren heyecanını bize hissettirir.
Çocuğumuza geceleri parlayan yıldızların altında bin bir masal fısıldarken.
Balıkların da konuşabildiğinin hayretine düşmedik mi? Dünün çocuklarının
uykularında bir halının üzerinde uçmadıklarını bir lamba ile
aydınlanmadıklarını kim bilir. Andersen’in puslu sisli Danimarka kaldırımlarında kibrit
çakarak ısınıp hayaller kurarak derin hayallere dalan kızı tanıtırken aynı anda dünya çocuklarının
da acılarının ve hayallerinin çalındığını öğrenmiştik. La fonten bize Avrupa’nın demir soğuğunda
unutulmuş ormanların masallaşması ile göz kırpmıştı hayatımıza... Hâlbuki biz
daha çocuklarımıza siyasallaşmayı öğretmemiştik öğretmek istememiştik. Kurt ile
kuzunun çıkar gözeten dostluğu henüz bizi ilgilendirmiyordu; ama benimsedik. İnsanî
doğamız bu anlatımı yadsımamıştı; çocuklarımızla birlikte biz de öğrenmiştik.
Masallardan sıyrılırken “Deniz altında yirmi bin fersah” doğu masallarının
bin yıldızlı gökyüzünü ve gizemini aratmayacak şekilde okyanusun derinlerine
taşımıştı bizleri. İlk kez denizaltının
demirden bir makinenin neler yapabileceğine şahit olmuştuk. Kaptan Nemo’nun
neden kaybolduğunu günlerce belki aylarca düşünüp sonra “Esrarlı (bir) Ada”da
karşılaştık kendisi ile…
Avrupalılar, belki de kendi çocuklarının hayal dünyasına 20.yüzyılın en
olağanüstü keşfi olan gizem ve fantastik yaratıcılığı işgal ettikleri doğu
ülkelerinden taşıdılar, çünkü Avrupa yeni yüzyılın ilk çeyreğinde, içinde bulunduğu
savaş koşullarından yadsınamaz derecede demir ve riya kokuyordu. Topraklar ile
birlikte kültürünün içinde var olan masallarının da bir nevi gasp edilerek ve
asimile edilerek Avrupa’ya taşınmıştı.
Masallarımızla tatlı uykulara dalmaya alışmıştık. Ancak Avrupa öykülerinden
oluşan kitaplar tekrar bizden olanı parıltısıyla gıcırdayan bir formatta
bizlere sunarken modernizm ile mistisizmin buluşmasını çocuk yüreğimizde
anlamaya çalışmıştık.
Bu yüzden değil midir ki, günümüzün Doğu ülkeleri Avrupalı ve Batılı büyüklerin
dünyasında her zaman bereketin kaynağı oldu. Bu günün reel kaosunda ne yazık ki
dünün çocuklarının tetiklenmiş hayal güçlerinin de etkisi var. Bizim kadim
masallarımızın da...
Tam da doğu ve batı klasiklerden ‘tatlanmış’ hayal dünyamıza ..70 yıllarda
gerceklik katıldı. İdealist öğretmen dönem çocuklarının ruhsal bunalımlarını
zaaflarını ve ihtiyaclarını çocuk empatisi ile bizlere taşıdı. Çocuklar
okuyordu ama artık büyükler de okuyordu. Kemalettin Tuğcu Hoca’nın kalemi eylül
yapraklarının yerle buluşmadığı dönemde bile dolu dolu sayfalarıyla yine dolu
dolu gelecek vadediyordu. Gizem ve fantazya dünyasından oldukca uzak,kristal
bir aynaya bakmamızı sağlıyordu. Öğretmen çocuğu olmanın sorumluluğunu,yetim olmanın
toplumdaki yalnızlığını,soğukta aç ve susuz olmanın ne demek olduğunu çocuk
yaşımızda bu şekil öğrenmiştik.
1943 de bir otel odasında dünyaya gelen öykü kahramanı “Küçük prens”’in
varlığından geçte olsa yine bu yıllarda haberdar olmuştuk . Ama bu kez bir
çocuk sonsuzluk vadeden dünyada insan varlığının temelini büyüklerin bakış
açısı ile tartıyordu. Hayatı sorguluyordu. Merak uyandırmadan ajite etmeden
ruhlarımızda renklerimizi keşfetmemiz için bize tüyolar veriyordu. Çok
sonraları tanışacağımız “küçük kara balık”
bize küçük prensi aratmayacak kadar utopik bir dünya görseli sunuyordu
sunmasına ama bu ütopyanın altında bizi dürten harakete geçiren ıslanmış ve
ıssız kalmış duyguları kurulayan tekrar gün ışığına çıkaran bize çocuk
cesaretimizi tekrar kazandıran bir mesaj yatıyordu!..
Çocuk masallarının yaşı yoktur altı yaşında da olsanız onaltı ya da yetmişaltı kitaplar
sonzsuluk vadeder ve gercekliğinize sizin kapattığınız pencelerinizi
aralamanızı sağlar.
Çocukluğumuzun bizde iz bırakmış masal ve öyküleri o kadar fazla ki ;ama o muhteşem serüvenimiz
bugün bizi bu makaleyi okumaya iten sebeplerin başında geliyor.
Kendi cesaretimiz ile ya da
büyüklerimizin itelemesi ile çıktığımız o ucsuz bucaksız yolculuk bize
okunulası bir hayat armağan ediyor. Kitap okudukca beynimiz bereketleniyor.
Geleceğimize düşüncelerimiz aksediyor miras olarak kalıyor. Yarın bir gün
elektrik ve elektronikler olmayacak. O zaman genetik bilgilerimiz çocuklarımıza
yeniden ve yeniden yol gösterebilecek!..
Yağmurun -edebiyatın- omuzlarımızla buluştuğunda bıraktığı ılık ıslaklığı
yük olarak değil keyif olarak hissetmek dileği ile
şeyda koç
.HECE.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder