1/06/2015

Gecenin Dip Boyası


Nice emin kapılardan geçti yolum
Surura ermiş bir diyar bulamadım

Sukut isyandı ya dünya dediğin...
sukút-u  zamana düşmanlığım!

besmelesiz çıktığın yoldan emin olma
yollar biter de ızdırap bitmez!..

dinmeyen acıya teslimken yeminler..
yol biter merkez görünmez

Yaprakların savruluşu gibiydi kaderimin oradan oraya savruluşu. Sahi ‘kader’ denen kavramın, hep o arabesk şarkılarda dinlediğimiz acılardan mı geçiyordu yolu.
Kader güzel ve refah bir yaşam aldanmamış ruhlar ve net gören gözler olamaz mıydı?..
Zaman neydi; zamanın rengi, zamanın yol aldığı çizgi hep saatlerle mi sınırlıydı? Çiçeği burnunda bir üniversite talebesiydim. Kafamı meşgul eden sorular  vardı. Sosyoloji okuyordum. Teknik ve evrensel bilgilerin içinde bunlara dair cevaplar yoktu. Alternatif kitaplar ise yazarın düşüncesini empoze etmekten öte değildi.  Fakat o kitapları yazan yazar ve düşünürlerin çoğu da o ‘zaman’ ya da ‘kader’ denen  kutsal örümcek ağının içine düşmüştü.
Bu düşüncelerle amfide önümdeki dergiye dalmıştım. Cuma öğleden sonrası bilim dergisinin sayfaları arasında geziniyordum. Yanıma yaklaştığını fark etmediğim öğretmenim Nergis Hanım;
“Hayırdır Cemal,  daha gitmedin mi sen?..” diye sorunca tebessümle karşılık verdim. Beni  fark eden Nergis Hanım’ın  hatırımı sorması hoşuma gitmişti.
“Hayır efendim. Öyle dalmışım. Oturmaz mısınız?”
“Tabii, konuşalım istersen”
Nergis Hanım Sosyoloji  mezunu  tezini ‘Toplumsal Düzeni Sağlayan İdeolojiler’ üzerine yapmış bir öğretmenimizdi. Kendisi bu dersten sene başında bahsetmişti bizlere. Şimdi, herhalde kafama takılan konularda konuşmak için ondan daha iyisini bulamam diye düşünmüştüm.
“Karma dedikleri şey bu olsa gerek” diye geçirdim içimden. Düşünürsün, ararsın, araştırısın. Tabiat sinyalleri ulaştırır. Hoop!.. Karmasal randevu…

“Cemal sen gülüyor musun?” diye sordu elimdeki dergiye göz ucuyla bakan Nergis Hanım.
‘Aklıma şu karma dedikleri geldi. Sinyallerimi güçlü yollamışım tabiata diye düşündüm de”
“Anladım. Sen git, bize iki kahve al gel Cemal. Öyle başlayalım karma muhabbetimize!..”
Koşarak gidip kahveleri aldım; yine hızlı adımlarla aradaki mesafeyi kısaltmıştım.
“Anlat bakalım Cemal, aşk mı... İş mi… Aile mi... Nedir sıkıntın?’
“Hiç biri!..”
“Aa… Nedir öyleyse. Senin gibi genç ve akıllı birini bu kadar sessiz sakin köşelere atan?”
“Zaman, kader ve ben, Nergis Hanım”
“Yani?”
“Şimdi Newtoon’u düşünün; o ağacın altında otururken zamanı düşünmüş müydü yani, ben o ağacın altına gideyim. Günün şu saatlerinde oturup uzun uzun düşüneyim. Belki bir keşif yaparım diye?.. Ya da hayatımın mihenk taşını yeni dünyayı keşfederken bulurum diye mi düşündü dersiniz Kristof Kolomb?.. Tamam uç örnekler, kabul ediyorum ama, sanki önceden öğretilmiş bir çizginin üzerinde yürüyen cambazlar gibi değil miyiz?.. Kader ve zaman, bu kadar iç içe sürprizler hazırlarken, bakıyorsunuz biz bir diploma için gecemizi gündüzümüze katıyoruz. Sınavdan sınava koşturuyoruz. Bir ağaç gölgeliğinde oturacak vaktimiz de yok. Bu sürprizler bize mi çok görünüyor. Biz mi göremiyoruz?..”
“Çünkü biz dünyaya ve tabiatın döngüsüne sürprizin kendisiyiz. Saat olmasa da tabiatın kurduğu bir zaman dilimi var. Gece gündüz ve ona bağlı med cezir. Çocukluk, gençlik ve yaşlılık!..
İnsanlar sadece buna isim vermiş saat, yelkovan akrep. İlahi otoritenin sırrına zaten vakıf değiliz. Dünyada zaman var, ancak uzayda yok!.. Daha ötesi ise meçhul!.. Kader dediğimiz bizim yaşadıklarımız. ‘Karma’ denen kelime insanların ‘kader’ kelimesini kullana kullana deforme ettiğinden…’
“Şöyle sormalıyım; süre giden şey kader mi… zaman mı… biz mi?”
“Zaman aslında donmuş bir manzara gibi her saniyesi, her anı, her karesi hayatımızın an dondurması gibi, biz üzerinde kayıyoruz.”
“Kayarken durduğumuz  yer kararsızlığımız mı oluyor. Yol seçimi kaderimiz mi?..”
“Belki ama her hâlukârda bildiğimiz bir şey üzerinden yine tarif edebiliyoruz. Bilmediğimiz bir şey üzerinden tarifi zor oluyor çünkü!”
“Yani zaman ve kader bize öğretilmiş mi oluyor’ diye sordum.
“O zaman konu lisana bağlanır. Lisan bize öğretilmiş miydi... İnsanoğlunun  ilk kelimesi neydi?..”
“Ama şimdi oldu mu bu hocam?..”
“Olmayan nedir?...”
“Ben cevap arıyorum, siz soru üretiyorsunuz!”
“Felsefe de bu değil mi Cemal, bol bol soru. Cevap bulunamaz ki. Bulunsa, beyin denen organın da hükmü değişir!..”
“Yani bu soruların sonu yok diyorsunuz anladığım ya da cevabı!..”
“Her sorunun bir cevabı, er ya da geç olur ama biz bunu o rengarenk yaşam dondurmasının üzerinde kayarken anlayabiliriz. Bu sebepten yaşlıların tecrübeleri bizim için paha biçilmez hazinelerdir.”
Hocamın kahvesi bitmişti. Omuzuma elini koydu:
“Çok kafa yorma evlat; iyi bir insan olmaya çalış yeter. İşte bunu sen öğreneceksin. Beynin ile kalbini birbirinden ayrı koyma hiç. Onlar sana öğretecek!..”
O gittiğinde aniden içi boş bir kavanoza döndüğümü hissetim. Üstelik kavanozun ağzı sıkıca kapalıydı. Sanki o kavanoza daha ne su konurdu, ne de başka bir malzeme… Arınmıştı!..
Kalacağım yurttaki odama doğru yola çıktığımda etrafta kimse kalmamıştı. Kapıdaki güvenlikçilerle selâmlaşıp otobüs durağına yöneldim.
Günler çabuk geçiyordu evet. Biz eşek gibi bir sınavdan ötekine güdülüyorduk . Evet hayat bize ya da biz hayata sürpriz hazırlamaya bayılıyorduk. Ona da evet ve tüm bunların tek bir açıklaması mı vardı:  “İyi bir insan olmaya çalış”; başka bir açıklaması yok muydu… Aramamalı mıydık?
Aklıma iki felsefecinin muzip muhabbeti geldi: Sormuş biri diğerine;
“Zaman senin için küçük bir şey midir, büyük bir şey mi?”
“Ben ne düşünücem, kendi düşünsün”
 “Zaman düşünen bir varlık mıdır?”
diğeri ;
“Düşünmüyor olsa, bana neden düşman olsun.”
“Yani bütün gece bu mudur konunun özeti mirim?” demiş ilk soruyu soran kişi.
“İşte o da benim değil zamanın sana hasedinden arkadaşım” diye cevaplamış adam.
Sizce nasıl düşünelim; “Yorulan beyin pas tutmaz. 
Yeter ki iyiye  yoralım!..”

öykü
şeyda Koç
Sen Tara Saçlarımı


Hiç yorum yok: