Nice emin kapılardan geçti yolum
Surura ermiş bir diyar bulamadım
Sukut isyandı ya dünya dediğin...
sukút-u zamana düşmanlığım!
besmelesiz çıktığın yoldan emin
olma
yollar biter de ızdırap bitmez!..
dinmeyen acıya teslimken yeminler..
yol biter merkez görünmez
Yaprakların savruluşu gibiydi kaderimin oradan oraya
savruluşu. Sahi ‘kader’ denen kavramın, hep o arabesk şarkılarda dinlediğimiz
acılardan mı geçiyordu yolu.
Kader güzel ve refah bir yaşam aldanmamış ruhlar ve net
gören gözler olamaz mıydı?..
Zaman neydi; zamanın rengi, zamanın yol aldığı çizgi
hep saatlerle mi sınırlıydı? Çiçeği burnunda bir üniversite talebesiydim.
Kafamı meşgul eden sorular vardı.
Sosyoloji okuyordum. Teknik ve evrensel bilgilerin içinde bunlara dair cevaplar
yoktu. Alternatif kitaplar ise yazarın düşüncesini empoze etmekten öte
değildi. Fakat o kitapları yazan yazar
ve düşünürlerin çoğu da o ‘zaman’ ya da ‘kader’ denen kutsal örümcek ağının içine düşmüştü.
Bu düşüncelerle amfide önümdeki dergiye dalmıştım. Cuma
öğleden sonrası bilim dergisinin sayfaları arasında geziniyordum. Yanıma
yaklaştığını fark etmediğim öğretmenim Nergis Hanım;
“Hayırdır Cemal,
daha gitmedin mi sen?..” diye sorunca tebessümle karşılık verdim.
Beni fark eden Nergis Hanım’ın hatırımı sorması hoşuma gitmişti.
“Hayır efendim. Öyle dalmışım. Oturmaz mısınız?”
“Tabii, konuşalım istersen”
Nergis Hanım Sosyoloji
mezunu tezini ‘Toplumsal Düzeni
Sağlayan İdeolojiler’ üzerine yapmış bir öğretmenimizdi. Kendisi bu dersten
sene başında bahsetmişti bizlere. Şimdi, herhalde kafama takılan konularda
konuşmak için ondan daha iyisini bulamam diye düşünmüştüm.
“Karma dedikleri şey bu olsa gerek” diye geçirdim
içimden. Düşünürsün, ararsın, araştırısın. Tabiat sinyalleri ulaştırır. Hoop!..
Karmasal randevu…
“Cemal sen gülüyor musun?” diye sordu elimdeki dergiye
göz ucuyla bakan Nergis Hanım.
‘Aklıma şu karma dedikleri geldi. Sinyallerimi güçlü
yollamışım tabiata diye düşündüm de”
“Anladım. Sen git, bize iki kahve al gel Cemal. Öyle
başlayalım karma muhabbetimize!..”
Koşarak gidip kahveleri aldım; yine hızlı adımlarla
aradaki mesafeyi kısaltmıştım.
“Anlat bakalım Cemal, aşk mı... İş mi… Aile mi... Nedir
sıkıntın?’
“Hiç biri!..”
“Aa… Nedir öyleyse. Senin gibi genç ve akıllı birini bu
kadar sessiz sakin köşelere atan?”
“Zaman, kader ve ben, Nergis Hanım”
“Yani?”
“Şimdi Newtoon’u düşünün; o ağacın altında otururken
zamanı düşünmüş müydü yani, ben o ağacın altına gideyim. Günün şu saatlerinde
oturup uzun uzun düşüneyim. Belki bir keşif yaparım diye?.. Ya da hayatımın
mihenk taşını yeni dünyayı keşfederken bulurum diye mi düşündü dersiniz Kristof
Kolomb?.. Tamam uç örnekler, kabul ediyorum ama, sanki önceden öğretilmiş bir
çizginin üzerinde yürüyen cambazlar gibi değil miyiz?.. Kader ve zaman, bu
kadar iç içe sürprizler hazırlarken, bakıyorsunuz biz bir diploma için gecemizi
gündüzümüze katıyoruz. Sınavdan sınava koşturuyoruz. Bir ağaç gölgeliğinde
oturacak vaktimiz de yok. Bu sürprizler bize mi çok görünüyor. Biz mi
göremiyoruz?..”
“Çünkü biz dünyaya ve tabiatın döngüsüne sürprizin
kendisiyiz. Saat olmasa da tabiatın kurduğu bir zaman dilimi var. Gece gündüz
ve ona bağlı med cezir. Çocukluk, gençlik ve yaşlılık!..
İnsanlar sadece buna isim vermiş saat, yelkovan akrep.
İlahi otoritenin sırrına zaten vakıf değiliz. Dünyada zaman var, ancak uzayda
yok!.. Daha ötesi ise meçhul!.. Kader dediğimiz bizim yaşadıklarımız. ‘Karma’
denen kelime insanların ‘kader’ kelimesini kullana kullana deforme ettiğinden…’
“Şöyle sormalıyım; süre giden şey kader mi… zaman mı…
biz mi?”
“Zaman aslında donmuş bir manzara gibi her saniyesi,
her anı, her karesi hayatımızın an dondurması gibi, biz üzerinde kayıyoruz.”
“Kayarken durduğumuz
yer kararsızlığımız mı oluyor. Yol seçimi kaderimiz mi?..”
“Belki ama her hâlukârda bildiğimiz bir şey üzerinden
yine tarif edebiliyoruz. Bilmediğimiz bir şey üzerinden tarifi zor oluyor
çünkü!”
“Yani zaman ve kader bize öğretilmiş mi oluyor’ diye
sordum.
“O zaman konu lisana bağlanır. Lisan bize öğretilmiş
miydi... İnsanoğlunun ilk kelimesi
neydi?..”
“Ama şimdi oldu mu bu hocam?..”
“Olmayan nedir?...”
“Ben cevap arıyorum, siz soru üretiyorsunuz!”
“Felsefe de bu değil mi Cemal, bol bol soru. Cevap
bulunamaz ki. Bulunsa, beyin denen organın da hükmü değişir!..”
“Yani bu soruların sonu yok diyorsunuz anladığım ya da
cevabı!..”
“Her sorunun bir cevabı, er ya da geç olur ama biz bunu
o rengarenk yaşam dondurmasının üzerinde kayarken anlayabiliriz. Bu sebepten
yaşlıların tecrübeleri bizim için paha biçilmez hazinelerdir.”
Hocamın kahvesi bitmişti. Omuzuma elini koydu:
“Çok kafa yorma evlat; iyi bir insan olmaya çalış
yeter. İşte bunu sen öğreneceksin. Beynin ile kalbini birbirinden ayrı koyma
hiç. Onlar sana öğretecek!..”
O gittiğinde aniden içi boş bir kavanoza döndüğümü
hissetim. Üstelik kavanozun ağzı sıkıca kapalıydı. Sanki o kavanoza daha ne su
konurdu, ne de başka bir malzeme… Arınmıştı!..
Kalacağım yurttaki odama doğru yola çıktığımda etrafta
kimse kalmamıştı. Kapıdaki güvenlikçilerle selâmlaşıp otobüs durağına yöneldim.
Günler çabuk geçiyordu evet. Biz eşek gibi bir sınavdan
ötekine güdülüyorduk . Evet hayat bize ya da biz hayata sürpriz hazırlamaya
bayılıyorduk. Ona da evet ve tüm bunların tek bir açıklaması mı vardı: “İyi
bir insan olmaya çalış”; başka bir açıklaması yok muydu… Aramamalı mıydık?
Aklıma iki felsefecinin muzip muhabbeti geldi: Sormuş
biri diğerine;
“Zaman senin için küçük bir şey midir, büyük bir şey
mi?”
“Ben ne düşünücem, kendi düşünsün”
“Zaman düşünen
bir varlık mıdır?”
diğeri ;
“Düşünmüyor olsa, bana neden düşman olsun.”
“Yani bütün gece bu mudur konunun özeti mirim?” demiş
ilk soruyu soran kişi.
“İşte o da benim değil zamanın sana hasedinden
arkadaşım” diye cevaplamış adam.
Sizce nasıl düşünelim; “Yorulan beyin pas tutmaz.
Yeter
ki iyiye yoralım!..”
öykü
şeyda Koç
Sen Tara Saçlarımı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder