1/06/2015

Martılarla Randevu



Her kar tanesi düşerken içimi titretmeye yetiyordu. Tenime her dokunuşu ise ayrı bir serüven. Dudağıma düşen annem oluyordu. Hâlâ dudağımda al yankalarının sıcağını hissettiğim. Göz kapaklarıma değerek düşen babam oluyordu. Çünkü babam çocukken beni hep gözlerimden öperdi. Anılarım kar tanesi gibi zihnime tek tek düşerek canlanıyordu. Ellerim üşüyordu ama bir zamanlar benden bir yaş büyük olan ablam avuçlarının içine alır, nefesi ile ısıtırdı. Şimdi o güzelim anlar, kar tanesi olmuştu yüzümde gözümde… Gurbet denen ülkenin sokaklarını adımlarken şehrin soğuğu o kadar tenha bir yalnızlık bırakıyor ki üzerinize... O geniş kanatlardan tutmasanız yalnızlığa ihanet olur!.. Dişlerimden kayan o yılların bildik ıslığı, ayazı bir nebze olsun yumuşatıyor.
Bu yalnızlık beni her zaman olduğu gibi gözlerden ırak kıyıma yöneltirken, Avrupa menşeili ayakkabımın tabanı yine Avrupa parke taşlarından nasibini çokca aldığından olsa gerek, inceliğinden içime içime vuruyor, taşların soğuğunu. Dudağımda kısık sözler;
“Buraları ciğer vurgunu ayazı anam. Sakız  beyazı çarşaflarını serdiğin yatağımı, ne de özledim.”
Gurbetin en acı yanı nedir bilir misiniz?
İşte bu yalnızlığı sadece sizin yaşadığınızı düşünmek ve hissetmek; daha acı olan ise sizden sadece birkaç saat uzaklıkta olan bir ülkeye babanızın cenazesine gidememek!..
Gidemediğiniz o kış cenazesi için babanızın hissettiğini hissetmek istercesine çıkıp ayazda karın altına yürümek. Yüzüne değen soğuğun gözyaşınızı dondururcasına ağlamanıza engel olması…
Babam, size anlatabileceğim öyle ağam paşam bir baba profilinde değildi. Yani ne sekiz köşeli takkesi, ne tespihi, ne de ak sakalı vardı. Her daim bakımlı, yüzünden tıraşı eksik olamayan, hayatının ilk gençlik yıllarını evden işe işten eve geçirmiş, arkadaş yoksulu bir adamdı. Ama tuhaf olan o ki, sosyal olmamasına karşın, o kadar dürüst ve o kadar yalın bir yaşama sahipti ki... Akşamları onun  televizyonda yurt haberleri izleyişini uzun uzun izler, neler düşündüğünü merak ederdim. Hep yemeklerden sonra tüttürdüğü sigaranın, yanık, ucuz kokusu hâl burnumun direğini titretir.
Düzenli uyku saatleri, her sabah annem tarafından hazırlanmış afili kahvaltı sofraları... anneciğimin elinden rendelenmiş ayva reçeline eşlik eden soba üstü kızarmış ekmeğin kokusu.  Ancak seven bir kadın bu kadar güzel kahvaltılar hazırlayabilir kocasına diye düşünürdüm. Belki bir gün benim de ayva reçeli yapan bir eşim olur. Sabahları bana  parıldayan tahta sofralarda kahvaltı getirir diye...
Ancak ben büyüdüğümde ne sofra kalmıştı, ne sofra ustası, ne de sobalar!.. Büyüdüğümde hayatın acı yanı beni arkamdan ha bire itelerken, kendimi aniden gurbet topraklarında buluvermiştim. Şimdi mi?.. Şimdi yaş otuz beş,  babam rahmetli oldu. Dün gece telefonuma gelen mesajda kızkardeşim Melahat;  “Aklımız, kalbimiz hep sende; metin ol. Babamızın acıları dindi!..” diye yazmıştı. Acıların dinmesine mi sevineydim, babamı en son bıraktığımdaki gibi, hafızamda her an canlı kalacağına mı?.. Yoksa cenazesine bile gidemeyecek olan tek oğlu olduğuma mı kahretmeliydim; bilemedim. Melahat’ın haberinden sonra düşmüştüm yollara… Sabahı ayazda karşılarken kar taneleri eşlik etmişti bu girdap yolculuğuma!..
Gurbete çıkacağım günün sabahıydı. Babam her zaman olduğu gibi sabah namazı hazırlığı için kalkmıştı. Beni, odamda oturup cigara tüttürürken görünce yanıma geldi.
“Dünyanın sonu mu be oğlum. Bu da geçer. Gitme, bu koca memlekette sana da bir dilim ekmek çıkar be çocuğum!”
“Haklısın baba ama...”
Kafamı öne eğdim. Babam yanıma oturdu. Omuzuma elini koydu:
“Ama’sı mı var oğlum?..  ‘Ama’ sı ne, nedir seni kaçmaya zorlayan?..”
“Baba, yaş oldu otuz yedi!  Bütün arkadaşlarım çoktan ya iş kurdu, ya çoluk çocuğa karıştı. Ben hâlâ sap gibi dolanıyorum. Ekonomik kriz bir yandan. Senin eline bu yaşta bakmak ağırıma gidiyor.”
“Yapma be çocuğum. İsmail, bırak desinleri, ben on sekiz yaşında evlendim de n’oldu?. Anan şansıma iyi yürekli, temiz bir kadın çıktı. Birbirimizin yağında kavrulduk gittik. Hayat bu, akıyor bir şekilde. Erken yaşta erken sorumluluklar iyi değil. Senin yaşın ancak geldi. Bu kadar sıkıntı yapman yersiz. Gel, baba sözü dinle, gitme bilmediğin memleketlere!..’
“Âh babam!..  Evraklarım tamam. Bugün yolcuyum inşallah! Akşam konuştuk, ayarladık. Olmazsa döneceğim altı ay, bir seneye inşallah!.. Merak etme!..”
“Sen döneceksin de oğlum, bakalım biz burada olacağız mı?”
“Elbette olacaksın, neden olmayasın’ deyip sarılmıştım babamın boynuna..
O zaman bir anlam verememiştim. Bu vurdum duymaz gibi görünen sakin ufak tefek görünüşlü adamın söylediği sözlere. Aklımda, bir an önce gidip memleket şu krizi atlatana kadar bir kaç kuruş para kazanıp dönmek vardı. Bizi, kız erkek ayırmadan üniversite okutan bu ufak cüsseli gönlü yiğit adamın yüzünü güldürmeliydim. Öyle de oldu; Pazar sabahında kahvaltı sonrası kapıda vedalaşırken, nereye gittiğimin, ne kadar kalacağımın çok da farkında olmadan vedalaşmıştım küçük ailemle… Babam:
“Bak İsmail, bilirim; sen kafana koyduğunu başarırsın. Yiğit delikanlısın, ama bak, olmadı gel!.. Desinleri düşünme. Burada her zaman, her şekilde sana ihtiyacı olan bir ailen var.”
“Tamam babam. Sağ olasın. Hakkını helâl et. İnşallah bir iki seneye ben de seni rahat ettireceğim. Emeklilik günlerini senin de bahçende keyifle geçireceğin zaman gelecek.”
“İnşallah... İnşallah oğlum!..’
Babamın son bakışlarında ümit yoktu ama daha çok, henüz uğurlamakta olduğu oğluna özlem vardı sanki. Kendi gençliğini görür gibi, yüzümün her kıvrımına baktı… Belki de bir daha görmek nasib olmaz gibi…
Orta yaşı geçmiş insanlarda bu veda anları bir başka yaşanır. Bütün veda bakışlarda saklıdır. Dil farklı söyler ama gözler hasretle uğurlar sevdiklerini!..
Oturduğum bankta, donmuş olan kanalı izlerken babamı düşünüyordum;
‘Ölmüş, gözlerini yummuş… acıları dinmiş!.. Acıları, o müzmin beter hastalıktan edindiği acıları. O sıkıntı ile geçen ömründen, hiç de ona kalmaması gereken acı mirası, dinmiş midir gercekten?.. Yıkanmış mıdır? Damat gibi hazırlanmış mıdır, ebedi hayatına?.. Ben burada bankta oturmuş, Amsterdam şehrinin kuru soğuk  ayazında kavrulurken!..
Altı aylığına geldiğim memleket, bana beş sene bahşetmişti; ne döndüm ne de para biriktirebildim. Sadece boğaz tokluğuna dünyevi saadet için gün saydım. Yasal prosedürler ha bire umutlu bir Avrupa vatandaşı geleceği vadediyordu. Ama o vaat beş sene dolmasına karşın bir türlü gerçekleşmiyordu. Yurt dışına çıkamıyordum. Tam beş kurban, beş ramazan bayramı geçmiş... Arkadaşlarımın çocukları büyümüş, okula bile başlamıştı. Artık görüştüğüm arkadaş da kalmamıştı ya!..  Geri baktığımda, beş yıl önce, ilk gün bu lisanını bilmediğim memlekete gelip de bir Türk lokantası bulmamın üzerinden geçen beş sene, ne olmuştu, ne, ne değişmişti...  Geçen sadece zaman değil miydi?.. Etrafımda bunca hayat yaşanıyor ve akıyorken, ben neden yerimde saymıştım. Saksısı ve toprağı değişmiş ama yerinden memnun olmayan  bir çiçek gibi…
Babamın dediği söz ne kadar da doğruydu: “Dünyanın sonu mu be oğlum. Bu da geçer. Gitme, bu koca memlekette, sana da bir dilim ekmek çıkar be çocuğum!”
Yanımdan geçen, köpeğini gezdirmekte olan şirin kız çocuğunun sarı saçlarına takıldı bakışlarım;      Melahat’ın kahverengi saçları kadar parlak değildi.
Babamın cenazesinin kaldırılmasına yedi  saat vardı. İkindi namazı ile defnedilecekti.
Kardeşime mesaj attım:
“Melahat, babamın acılarının dinip dinmediğini yüzüne bakınca anlayabilirim. Geliyorum kardeşim.”
O an martılar adeta bayram etmişti;  kahkahalar atıyorlardı. Yine ağzımda aynı ıslık ; Edip Akbayram melodisi dudak aramda martıların kahkahalarına eşlik ediyordu:
“Oysa dünya ne büyük, koğuşum dardı. Bıraksalar, martılarla randevum vardı.”

Koyuldum yola, Arnavut kaldırımları saya saya değil, bu kez koşa koşa gidiyordum. Lokanta arkasındaki tek odalı evimden bavulumu alıp düşecektim sıla yoluna; ailemin bana ihtiyacı vardı!.. Babamın, onların başında olduğumu görmesine...

öykü
şeyda Koç
Sen Tara Saçlarımı

Hiç yorum yok: