Her kar tanesi düşerken içimi titretmeye yetiyordu. Tenime her dokunuşu ise ayrı
bir serüven. Dudağıma düşen annem oluyordu. Hâlâ dudağımda al yankalarının
sıcağını hissettiğim. Göz kapaklarıma değerek düşen babam oluyordu. Çünkü babam
çocukken beni hep gözlerimden öperdi. Anılarım kar tanesi gibi zihnime tek tek
düşerek canlanıyordu. Ellerim üşüyordu ama bir zamanlar benden bir yaş büyük
olan ablam avuçlarının içine alır, nefesi ile ısıtırdı. Şimdi o güzelim anlar,
kar tanesi olmuştu yüzümde gözümde… Gurbet denen ülkenin sokaklarını adımlarken
şehrin soğuğu o kadar tenha bir yalnızlık bırakıyor ki üzerinize... O geniş
kanatlardan tutmasanız yalnızlığa ihanet olur!.. Dişlerimden kayan o yılların
bildik ıslığı, ayazı bir nebze olsun yumuşatıyor.
Bu yalnızlık beni her zaman
olduğu gibi gözlerden ırak kıyıma yöneltirken, Avrupa menşeili ayakkabımın
tabanı yine Avrupa parke taşlarından nasibini çokca aldığından olsa gerek,
inceliğinden içime içime vuruyor, taşların soğuğunu. Dudağımda kısık sözler;
“Buraları ciğer vurgunu ayazı
anam. Sakız beyazı çarşaflarını serdiğin
yatağımı, ne de özledim.”
Gurbetin en acı yanı nedir bilir misiniz?
İşte bu yalnızlığı sadece sizin yaşadığınızı düşünmek
ve hissetmek; daha acı olan ise sizden sadece birkaç saat uzaklıkta olan bir
ülkeye babanızın cenazesine gidememek!..
Gidemediğiniz o kış cenazesi için babanızın
hissettiğini hissetmek istercesine çıkıp ayazda karın altına yürümek. Yüzüne
değen soğuğun gözyaşınızı dondururcasına ağlamanıza engel olması…
Babam, size anlatabileceğim öyle ağam paşam bir baba
profilinde değildi. Yani ne sekiz köşeli takkesi, ne tespihi, ne de ak sakalı
vardı. Her daim bakımlı, yüzünden tıraşı eksik olamayan, hayatının ilk gençlik
yıllarını evden işe işten eve geçirmiş, arkadaş yoksulu bir adamdı. Ama tuhaf
olan o ki, sosyal olmamasına karşın, o kadar dürüst ve o kadar yalın bir yaşama
sahipti ki... Akşamları onun
televizyonda yurt haberleri izleyişini uzun uzun izler, neler
düşündüğünü merak ederdim. Hep yemeklerden sonra tüttürdüğü sigaranın, yanık,
ucuz kokusu hâl burnumun direğini titretir.
Düzenli uyku saatleri, her sabah annem tarafından
hazırlanmış afili kahvaltı sofraları... anneciğimin elinden rendelenmiş ayva
reçeline eşlik eden soba üstü kızarmış ekmeğin kokusu. Ancak seven bir kadın bu kadar güzel
kahvaltılar hazırlayabilir kocasına diye düşünürdüm. Belki bir gün benim de
ayva reçeli yapan bir eşim olur. Sabahları bana
parıldayan tahta sofralarda kahvaltı getirir diye...
Ancak ben büyüdüğümde ne sofra kalmıştı, ne sofra
ustası, ne de sobalar!.. Büyüdüğümde hayatın acı yanı beni arkamdan ha bire
itelerken, kendimi aniden gurbet topraklarında buluvermiştim. Şimdi mi?.. Şimdi
yaş otuz beş, babam rahmetli oldu. Dün
gece telefonuma gelen mesajda kızkardeşim Melahat; “Aklımız, kalbimiz hep sende; metin ol.
Babamızın acıları dindi!..” diye yazmıştı. Acıların dinmesine mi sevineydim,
babamı en son bıraktığımdaki gibi, hafızamda her an canlı kalacağına mı?..
Yoksa cenazesine bile gidemeyecek olan tek oğlu olduğuma mı kahretmeliydim;
bilemedim. Melahat’ın haberinden sonra düşmüştüm yollara… Sabahı ayazda
karşılarken kar taneleri eşlik etmişti bu girdap yolculuğuma!..
Gurbete çıkacağım günün sabahıydı. Babam her zaman
olduğu gibi sabah namazı hazırlığı için kalkmıştı. Beni, odamda oturup cigara
tüttürürken görünce yanıma geldi.
“Dünyanın sonu mu be oğlum. Bu da geçer. Gitme, bu koca
memlekette sana da bir dilim ekmek çıkar be çocuğum!”
“Haklısın baba ama...”
Kafamı öne eğdim. Babam yanıma oturdu. Omuzuma elini
koydu:
“Ama’sı mı var oğlum?..
‘Ama’ sı ne, nedir seni kaçmaya zorlayan?..”
“Baba, yaş oldu otuz yedi! Bütün arkadaşlarım çoktan ya iş kurdu, ya çoluk
çocuğa karıştı. Ben hâlâ sap gibi dolanıyorum. Ekonomik kriz bir yandan. Senin
eline bu yaşta bakmak ağırıma gidiyor.”
“Yapma be çocuğum. İsmail, bırak desinleri, ben on
sekiz yaşında evlendim de n’oldu?. Anan şansıma iyi yürekli, temiz bir kadın
çıktı. Birbirimizin yağında kavrulduk gittik. Hayat bu, akıyor bir şekilde.
Erken yaşta erken sorumluluklar iyi değil. Senin yaşın ancak geldi. Bu kadar
sıkıntı yapman yersiz. Gel, baba sözü dinle, gitme bilmediğin memleketlere!..’
“Âh babam!..
Evraklarım tamam. Bugün yolcuyum inşallah! Akşam konuştuk, ayarladık.
Olmazsa döneceğim altı ay, bir seneye inşallah!.. Merak etme!..”
“Sen döneceksin de oğlum, bakalım biz burada olacağız
mı?”
“Elbette olacaksın, neden olmayasın’ deyip sarılmıştım
babamın boynuna..
O zaman bir anlam verememiştim. Bu vurdum duymaz gibi
görünen sakin ufak tefek görünüşlü adamın söylediği sözlere. Aklımda, bir an
önce gidip memleket şu krizi atlatana kadar bir kaç kuruş para kazanıp dönmek
vardı. Bizi, kız erkek ayırmadan üniversite okutan bu ufak cüsseli gönlü yiğit
adamın yüzünü güldürmeliydim. Öyle de oldu; Pazar sabahında kahvaltı sonrası
kapıda vedalaşırken, nereye gittiğimin, ne kadar kalacağımın çok da farkında
olmadan vedalaşmıştım küçük ailemle… Babam:
“Bak İsmail, bilirim; sen kafana koyduğunu başarırsın.
Yiğit delikanlısın, ama bak, olmadı gel!.. Desinleri düşünme. Burada her zaman, her şekilde
sana ihtiyacı olan bir ailen var.”
“Tamam babam. Sağ olasın.
Hakkını helâl et. İnşallah bir iki seneye ben de seni rahat ettireceğim. Emeklilik
günlerini senin de bahçende keyifle geçireceğin zaman gelecek.”
“İnşallah... İnşallah oğlum!..’
Babamın son bakışlarında ümit
yoktu ama daha çok, henüz uğurlamakta olduğu oğluna özlem vardı sanki. Kendi
gençliğini görür gibi, yüzümün her kıvrımına baktı… Belki de bir daha görmek
nasib olmaz gibi…
Orta yaşı geçmiş insanlarda bu
veda anları bir başka yaşanır. Bütün veda bakışlarda saklıdır. Dil farklı
söyler ama gözler hasretle uğurlar sevdiklerini!..
Oturduğum bankta, donmuş olan
kanalı izlerken babamı düşünüyordum;
‘Ölmüş, gözlerini yummuş…
acıları dinmiş!.. Acıları, o müzmin beter hastalıktan edindiği acıları. O
sıkıntı ile geçen ömründen, hiç de ona kalmaması gereken acı mirası, dinmiş
midir gercekten?.. Yıkanmış mıdır? Damat gibi hazırlanmış mıdır, ebedi
hayatına?.. Ben burada bankta oturmuş, Amsterdam şehrinin kuru soğuk ayazında kavrulurken!..
Altı aylığına geldiğim
memleket, bana beş sene bahşetmişti; ne
döndüm ne de para biriktirebildim. Sadece boğaz tokluğuna dünyevi saadet için
gün saydım. Yasal prosedürler ha bire umutlu bir Avrupa vatandaşı geleceği
vadediyordu. Ama o vaat beş sene dolmasına karşın bir türlü gerçekleşmiyordu.
Yurt dışına çıkamıyordum. Tam beş kurban, beş ramazan bayramı geçmiş...
Arkadaşlarımın çocukları büyümüş, okula bile başlamıştı. Artık görüştüğüm
arkadaş da kalmamıştı ya!.. Geri
baktığımda, beş yıl önce, ilk gün bu lisanını bilmediğim memlekete gelip de bir
Türk lokantası bulmamın üzerinden geçen beş sene, ne olmuştu, ne, ne değişmişti... Geçen sadece zaman değil miydi?.. Etrafımda
bunca hayat yaşanıyor ve akıyorken, ben neden yerimde saymıştım. Saksısı ve
toprağı değişmiş ama yerinden memnun olmayan
bir çiçek gibi…
Babamın dediği söz ne kadar da doğruydu: “Dünyanın sonu
mu be oğlum. Bu da geçer. Gitme, bu koca memlekette, sana da bir dilim ekmek
çıkar be çocuğum!”
Yanımdan geçen, köpeğini gezdirmekte olan şirin kız
çocuğunun sarı saçlarına takıldı bakışlarım; Melahat’ın kahverengi saçları kadar
parlak değildi.
Babamın cenazesinin kaldırılmasına yedi saat vardı. İkindi namazı ile defnedilecekti.
Kardeşime mesaj attım:
“Melahat, babamın acılarının dinip dinmediğini yüzüne
bakınca anlayabilirim. Geliyorum kardeşim.”
O an martılar adeta bayram etmişti; kahkahalar atıyorlardı. Yine ağzımda aynı
ıslık ; Edip Akbayram melodisi dudak aramda martıların kahkahalarına eşlik
ediyordu:
“Oysa dünya ne büyük, koğuşum dardı. Bıraksalar,
martılarla randevum vardı.”
Koyuldum yola, Arnavut kaldırımları saya saya değil, bu
kez koşa koşa gidiyordum. Lokanta arkasındaki tek odalı evimden bavulumu alıp
düşecektim sıla yoluna; ailemin bana ihtiyacı vardı!.. Babamın, onların başında
olduğumu görmesine...
öykü
şeyda Koç
Sen Tara Saçlarımı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder