“Bu sabah keyiflisin Frediricht?..”
“Sabah
Mısır’dan, Kahire Vali Said Paşa’dan bir haber geldi, sen yardımcın
ile mutfakta yemek hazırlarken.”
“Evet?..”
“Osmanlı Padişahi Sultan Abdülaziz’in emri
ile görüşmeye çağırıldığımı söyledi. Bir
siparişleri olacak sanırım.”
“Yani Mısıra’ mı gidiyorsun?..” diye
sormuştu güzel Merim.
“Endişe etme, bir hafta gidiş geliş, en fazla bir
ay. Gemi ve bize özel kamara tahsis edilmiş.’
“Senin için sevindim canım… Güzel bir teklif olur umarım.”
“Umarım Meri, belki şu sıkıntılı günlerimizde
biraz olsun elimiz rahatlar. Malum Fransa kolay günler yaşamıyor. Kimsenin
sanatsal bir anıt isteyecek ne hâli ne
morali var… “
O gün sabah deniz bir başkaydı sanki. Limana Meri
ile birlikte gitmiştik. Sonbahar olmasına rağmen kırık güneş adeta bugün bizim
için parlıyordu.
İlk uzun ayrılığımız olacaktı. Mısır, gizemi ve
hakkında anlatılanlardan dolayı hep ilginç ve çekici bulduğum bir ülkeydi. Ama
mumya ve piramitlerin haricinde sosyal hayatından çok da haberim yoktu. Devlet
bünyesinde yapılan bu davet açısından içim rahattı. Söz konusu Sultan
Abdülaziz’in daveti idi. Katılmamak kabalık olurdu.
Fransa kraliyeti aracılığı ile elime ulaşan mektuptan sonrası hazırlığım
iki haftayı bulmuştu. La Rochelle Limanı her gün olduğu gibi yine kalabalıktı.
Denizciler, tayfalar, malzeme taşıyanlar. Hatta kaçakçılık peşindeki korsanlar,
hamalları takip ediyor, yönlendiriyordu. Sözde kimse birbirinin işine
karışmıyor görünüyor ama sanki gizli bir anlaşma içinde ezberlenmiş işlerini tören
edası ile yapıyorlardı. Az sonra bana eşlik edecek Antuan da görünmüştü. Genç bir heykeltıraş olan Antuan
ile bir senedir ortaklaşa çalışıyor, ona tecrübelerimi aktarıyordum. Önceki
sene kraliyet balosunda tanışmıştık. Ailevi işleri dolayısı son üç aydır
Marsilya’da bulunduğunu, buraya da henüz ulaşan Marsilya gemisi ile geldiğini
anlattı:
“Yük gemisiydi dostum, oldukça yorucu geçti. Onu da kaçırsam bugün
yetişemezdim. ‘
Marsilya’ya erken gelen yaz günlerinden, lale bahçelerinin güzelliğinden
bahsediyordu. Fransa’nın şu çalkantılı
döneminde Marsilya’da olmanın onu şanslı kıldığını söylemiştim.
Liberal seçmenler mi, kral mı derken, Fransızlar doğuya açılmış,
Cezayir’i de Fransa topraklarının eyaleti yapmayı başarmışlardı. Çoğu asil
bunun yeni doğan mucize çocuktan olduğu öngörüsünü taşıyordu. Tahtın varisi
Berry dükünün bir oğlu dünyaya gelmiş ve
kraliyet ailesinin sürekliliğini
destekleyenler için bu müjdeli bir haber olmuştu.
“Eski Fransa yok sevgili
Frediricht” dedi Antuan, ‘Artık yeni bir Fransa doğuyor. Çocuğun olması
restorasyonu değiştirmez, o süreç başladı bir kere.”
Ona katılmıyordum. Napolyon’un
baskın krallık yönetiminden sonra karın ağrılı bir dönem geçiriyorduk, doğru
ama bu dönem de geçecekti.
Meri ile vedalaşma zamanı gelmişti. Gözleri dolu dolu olan güzel karımın
ellerinden tuttum.
“Merak etme Meri, döneceğim. Kim bilir, hani şu şehir efsanesi mumyan da
olur bir ay sonra, evde ona bir yer ayarlamayı ihmal etme!”
Şakam onun nemli gözlerini güldürmüştü. Sarılıp o masum yüzüne öpücük
kondurdum: “Kendine ve oğlumuza iyi bak Meri.”
Antuan az ileride bekliyordu. Ben ona yönelince o da şapkasını çıkarıp
Meri’yi selamlamıştı. Birlikte, bizi bekleyen gemimizin merdivenlerine
yöneldik. Son dakikalardı . Bağrışmalar ve koşuşturmalar çoğaldı. Ağlayanlar,
el sallayanlar… Sonunda gemi kalktıktan on dakika sonra, Meri’nin havada
gördüğüm beyaz eldivenli eli de kaybolmuştu.
Gemi yolculuğu yorucu olmasına rağmen hoşuma giderdi. Özellikle
akşamları. Rüzgârın sesinde yıldızları seyretmek, ara sıra geminin tahtalarına
sertçe vuran dalgalardan ürkmek… Belki bir çift aşığı, güvertede mehtabı
izlerken seyretmek!..
Antuan’la kamaramızı bulup bavullarımızı getiren gence bahşiş verip
yerleştirdik. Belli ki delikanlı biz
gelene kadar beklemişti. İçimden ‘umarım bahşiş memnun etmiştir” diye geçirdim.
“Beklediğine değmiştir umarım.”
Antuan:
‘Ben bittim Frediricht, izin ver dinleneyim. Sana bugün eşlik
edemeyeceğim, belki yarın dostum.”
“Sen dinlen. Ben bir şeyler yedikten sonra gelirim. Sorun değil, yolumuz uzun Antuan.”
Ertesi gün ve daha ertesi gün
Antuan’ın dinlenmeleri uzadıkca uzadı. Sonunda itiraf etmişti: “Beni deniz
tutuyor. Canını sıkmak istemedim. Ama bu yolculuğa da katılmak çok istiyordum”
açıklamasını yapmıştı. Anlayışla karşıladım, bu genç ve hevesli sanatcı
arkadaşımı...
Belli ki bu uzun yolun hem giderken hem dönüşte tek hevesli yolcusu ben
olacaktım. Aklımda yarım kalan projeler ve elimde karaladığım notlarımla
güverte günlerim bittiğinde bizi kavurucu bir sıcak karşılamıştı. Yolculuğun son gününde de hissettiğim bu
sıcaklık, Mısır’a, İskenderiyeLimanına vardığımızda hat safhadaydı. Bu ülkede
çok kalabileceğimi sanmıyordum. Antuan’a gülerken ben de zor bir durumla karşı
karşıya kalmıştım. Böylesi bir sıcağa alışkın değildim.
Mısır’ın Hıdivi Said Paşa’nın görevlileri,
kırmızı fesleri ve kıyafetleri ile bizi karşıladılar. Ellerindeki beyaz
eldivenleri bir an bana sevgili Meri’min limandaki hüzünlü hâlini hatırlatmadı
dersem yalan olur.
Ayaklarımın günler sonra kuru ve sarı bir kumlu çakılın üzerinde ilk
buluşması dizlerimi titretmişti. Bir an önce bu karmaşık insan kalabalığından
kurtulmak ve yine günler sonra her hangi bir sallantı olmadan derin bir uyku
uyumak istiyordum. Etrafımızı çocuklar ve dilenciler sarmıştı aniden, ufak
boylu kalabalığın etrafımızda peydah olması beni ürkütmüştü.
Antuan ise adeta Mısır’a sık sık giden gelen biri gibi keyif içindeydi;
‘Bu liberaller esnek oluyorlar’ diye mırıldandım.”
“Efendim Frediricht.. Memnun değil misin. Şu coşkuya baksana ?..”
“Ne coskusu Antuan, gülüp durma, yoksa ceplerinde bir şey bırakmazlar”
diye uyardım.
Şaşkın şaşkın bana baktı. Belli ki onu karşılayanların neşeli çocuklar
olduğunu düşünüyordu.
Hidiv’in ertesi günü bizi kabul edeceğinin bilgisi verildikten sonra,
kalacağımız konak için yola çıktık.
At arabası gemiyi aratmayacak şekilde engebeli yolları hızla ve
titreterek gidiyordu. Kerpiç evler, Sıcağa aldırmadan orasını burasını kapatan
kadınlarla adamlar. süs eşyaları satanlar, dumanı üstünde ateşe konmuş
tencereler, anlamadığımız karışık bir lisanın yükseldiği dar sokaklardan
çıkarken, arabayı bırakıp ufak bir deve kafilesi oluşturmuştuk. Gemiden inmemiz
ve yola koyulmamız öğleden sonra olduğu için akşam sahrada konaklayacaktık.
Yıldızların yağmur gibi yağdığı bir gece geçirmiştik. Mısır günlerimden en net
hatırımda kalan da o yıldızların parlaklığıdır. Sabahında muhteşem piramitleri
uzaktan seyrederken adeta uçsuz bucaksız sarı bir gök arabamızın altından
kayıyordu.
Nihayet Kahire sokaklarına girmiştik. Ezher Üniversitesi’nin yanından
geçerken çarşının girişindeki cümbüşe şahit olmuştuk. Tabelada Fransızca
Hüseyin Çarşısı yazıyordu. Meydanı geçerek tekrar Kahire’nin büyük evlerinin
önünden geçerken nihayet kalacağımız konağa gelmiştik.
Duran arabadan inerken Antuan’ın yolculuk boyunca birkaç kg verdiğini
fark ettim. Aslında ayaklarım ve başım yerinde olsa, daha bir çok şeyi fark
ederdim, ancak yorgunluğumuz hat safhadaydı. Bizi getiren kırmızı fesli, geniş
alınlı, esmer sarı benizli delikanlılar, ertesi sabah bizi alacaklarını
söyleyip, konak hizmetlisine selam vererek yanımızdan ayrıldılar.
Konağın sahibesi, iri yarı ve
doğu kıyafetleri içinde gözleri sürmeli bir kadındı. Keten olduğunu düşündüğüm
elbiseleri vücudunu sarmalamıştı. Saçları yarım örttüğü başörtüsünün arka
kısmından beline kadar iniyordu. Asıl beni şaşırtan bizim dilimizle konuşması
olmuştu.
“Şaşırmayınız mösyö, ben bu konağın evlat edinilmiş çocuğuydum. Babam Fransız bir tarihçi idi. Annem ise Mısırlı
saygın bir ailenin kızı. Onlar rahmetli olunca bu konak da bana kaldı.”
Hafif batı tarzı konuşmasından, eğitimin konakta oluşturduğu düzenden ve
huzur yayan atmosferinden ailesinin ona sevgi ve emek vererek büyüttüğünü
görmek mümkündü.
‘Hıdiv (vali) Bey’in konuğu olduğunuzu biliyorum bayım. Sizi en iyi
şekilde ağırlamak bizim görevimiz. Endişelenmeyin.”
Hem dilimizi konuşup hem doğu misafirperverliği içinde cümleler kurması
kulağıma cazip olduğu kadar esprili gelmişti. Antuan ise durumdan oldukca
memnun, kadının arkasından giderken tebessümle bizi dinliyordu.
Avluda el nakışı yastıklarla dolu sedirler vardı. Avlunun dört bir
yanını çevreleyen sedirlerin ortasına bakan kısımda bir şadırvan bulunuyordu. Etraflı ince
sütunlardan sarkan beyaz tüllerin haraketliliği ve suyun sesi bir nebze olsun
şiddetli sıcağı unutturuyordu. Dar bir koridorun başladığı yerden hemen yukarı
çıkan taş basamaklar, bizi odamıza
çıkarmıştı. Gerekli malzemeler hakkında bilgi veren konak sahibesi, izin
isteyip yanımızdan ayrıldı.
“İşte bu Antuan, işte bunu hiç beklemiyordum. Odamızda hamam var. Duruma
bakılırsa hazır bir şekilde bizi bekliyor.”
“Harika Frediricht. Dışarısı ne kadar sıcaksa içeri o kadar serin. Hamam harika olacak!.. Bu taş ev ve mimarisini de bir
ara inceleyelim.”
“Haha hahh!.. Haklısın dostum.”
Doğu tütsülerinden atmosferi gizemli şark masallarını andıran
odamızda hamam faslı sonrası o gece
derin bir uyku çekmiştik. Sabahında alışık olmadığımız ama farklı tatlardan oluşan
bir yer sofrası ile uyandırıldık. Odamızda yaptığımız kahvaltının ardından Vali
konağına gittik. Karşılamanın ardından Vali bizi odasına çağırttı. Nasıl bir
talepleri olacağını kestiremiyordum. Bütün gemi yolculuğum boyunca da bunu
düşünüp durdum. Ama yeni bir kültür için aklımda herhangi bir fikir de
oluşmamıştı. Vali göbekli, sakallı ama gayet askeri bir terbiye içinde duran ve konuşan bir beydi. Bizi ayakta ve
nezaketle karşıladı:
“Hooş geldiniz!.. Önce ülkeme
sonra davetime icabet ettiğiniz için aziz devletimizin makamına!..”
Başımız ile selâmladık: ‘Biz
teşekkür ederiz, sayın Vali” dedim.
Said Paşa:
“Malumunuz, Süveyş kanalı artık
bizim himayemizde ve yenilenmesi için elimizden geleni yapıyoruz. Osmanlı
imparatorluğunun idaresinde bulunduğumuzdan bu konuda Sultan Abdülaziz
efendimiz, bir jest de bulunmak istedi. Süveyş kanalı için sizden girişine
konulmak üzere Osmanlı’nın gücünün de bir nişanesi olarak anıt yapmanızı
istiyor. Beni bu konuda görevlendirdi. Birlikte karar verip görkemli ve iki
dünya insanını da kucaklayan bir umut
heykeli olsun istiyoruz. Ancak Sultanımızın istediği devasa ölçülerde ve
sanatsal zenginlikteki anıtı şu an mevcut heykeltıraşlar içinde sadece size
teklif edeceğimizi biliyoruz. Kendisi de bunu bilhassa önemle istedi.”
“Bu onurlu teklif için minnettarız. Önceden bu bilgi ulaşmış olsaydı.
Size yanımızda taslaklarla gelebilirdik. Ancak şunu söyleyebilirim böylesi bir
anıt için uzun zaman uğraşmam gerekir; ben ve ekibim için uygun şartlar ancak
Fransa’da olacağından mazur görmenizi istirham ediyorum.”
“Elbette sayın Frediricht, anlıyorum. Maddi konuda endişeniz olmasın;
Sultan Abdülaziz sizi fazlasıyla
ödüllendirecektir. Zaten kabul etmeniz dahilinde ön ödemeyi tarafıma yaptı.
Bittiğinde geri kalanını da ben size gelerek takdim edeceğim. Anıtı buraya
uygun koşullarla getirmek için çaba sarf edeceğim.”
Ardından söylenen ödeme miktarını duyduğumda bir sonraki seyahatimin
İstanbul olmasını ve sadece bir an için Sultan Abdülaziz için eserler yapmanın
hayalini kurmuştum. Hem ben Frederic Auguste
Bartholdi olarak ve hem Fransa’nın şanına yakışır mükemmel bir eser inşa etmeliydim. Görüşme,
bir gün sonra tekrar bir araya gelip projeler üstünde fikir alışverişinde
bulunmak üzere kısa sürmüştü. Aslında bundan sonrası tamamen benim hayal gücüm
ve ekibimin emeği olacaktı.
Port Said Limanı için düşünülen bu anıtın günler
ve haftalar boyunca sadece düşüncede şekillenmesi, beni Antuan’ın Piramit
gezilerindeki fobilerini “İstanbul’a gidelim” ısrarını ve ben Fransa’ya gelmeyeyim mızmızlarını dinlerken de devam
etti. Konak sahibesi Nejla ile içtiğimiz akşam kahveleri ve nargileler Mısır’ın
sıcağını unutturan minderli sedirimiz ve muhteşem yıldız yağmurundaki akşamlar nihayet bulduğunda, biz
yine sallantılı yolculuğumuza geri dönmüştük…
Nejla’nın verdiği ot çayı ile yolculuk sıkıntısını hafifleten Antuan,
artık akşamları bana eşlik ediyordu. Meri’m den ayrılalı bir ayı çoktan
geçmişti. Ama aldığım teklifin ona bu hasreti unutturacağını düşünüyordum. Gemi
yolculuğumuz boyunca Antuan’la çizimler üzerinde çalıştık, taslaklar yaptık.
Ortaya çok güzel bir şey çıkacaktı; en son yaptığım kilise için olan
çalışmalarım dahi, durum o ki, bu yapıtım yanında sönük kalacaktı.
Yolculukta verdiğim ilk karar, eserin malzemesi yönünde olmuştu.
Ortalama doksan metre olacak olan anıtı bakır ve çelik karışımından
düşünüyordum. Yıllara ve çetin deniz havasına meydan okuyabilecek şekilde!...
Hayatımın belki de en önemli projesi olacaktı. Heyecandan haftalar süren deniz
yolculuğumun Antuan’a rağmen nasıl geçip bittiğini anlayamadan. Evimin
kapısında buldum kendimi. Ufak camları olan evimin kırık olan kapısından
ekmeğin kokusunu alabiliyordum. Arkası dönük mutfak masasında oturmuş çayını
içen Meri’ye;
“Bahçede bana eşlik eder misiniz, bayan?...” diye sordum. Yerinden
sıçraması ile boynuma atılması bir olmuştu. Sonra narin ve beyaz ellerinin arasına
aldı yanık tenli yüzümü.
“Aahh!.. Frediricht, uzak diyarların korsan denizcileri gibi
olmuşsun!..”
Ev hizmetlisi bana masa hazırlamak için işe koyulmuştu ki, Meri ile
geniş salonu aşarak arka bahçeye çıktık. Peşimize Fransız usulü ince
porselenlerde çaylarımız gelmişti. Paris’in güneşli ancak serin esintisine
bırakmıştım kendimi... Çimlerin kokusu öylesi keskin ve ağaçların dalları öyle
kocamandı ki…
Meri:
“Anlaşılan sadece özlenen ben değilim” dedi.
Muzip ses tonu ile;
“Ahhh!.. Meri, bir bilsen; Mısır
öylesine çekici bir güzelliği varken,
öylesine karmaşık ki. Hem kör kuyudan çekilecek su gibi hem çölde
aranılan bir serap gibi. Ama ben seni çook özledim!”
Bir yıl sonra eseri tamamlamış
olmama rağmen ne Said Paşa gelip Mısır’a
naklini yapmış, ne de başka bir yere, ya da Süveyş’e Port Said’e götüren olmadı. En sıkıntı vereni ise, eserin
yapımındaki ekibe ödedeğim ve elimde kalan eseri kaldırdığım deponun kirasını
da bana ödenen peşinat ile ancak ödeyebilmiştim. Tasarlanan
bu ilk heykel Kızıldeniz ile Akdeniz’in birleştiği yere koyulacak Firavunlar
zamanının giysilerine bürünmüş bir kadın şeklindeymiş ve elinde ‘Asya’nın
ışığının Mısır’dan geldiğini’ sembolize eden bir meşale tutuyormuş havası
verecekti.
Ancak o ışık
Batıdan yansıyordu ve gittikçe parıltısı artıyordu; bunun ne Asya ne de Uzak
Doğu farkında değildi.
ÖYKÜ
Sen Tara Saçlarımı