1/19/2015

SİTEM

Seni sevmekten ağarmasa saçlarım
Tadı mı kalırdı acı çekmenin …

Koyverip ellerini toy gidişlerin
                                               Ürpertisine
Asude bir akşam üstü sinemi
                                               Dağlarcasına gittim.
Dokunamadan gözlerindeki buğuya
                                               Son bir defa
Ellerim boş hayallerde
Kırılan ruhumu çarmıha gere gere gittim.
Gittim sanıldı .
Oysa kalbimi koyuverdim ayaklarının

Eşiğinde senin
Senin olduğun yerde
Orda
Korda ….

Bırak
Yağmur dokusun saçlarına
Yüreğimi …

Kalbinin minesinden devşirip
                                               Aşkın iksirini,

Alev alev çölün suyu içtiği gibi
                                               İçtim de gittim…
Düşlerin dili tutulsun. Ne vakit
Eriştirir güle bülbülü ahu zar
Rüzgar reyhanları usulca dokurken
                                               Sarsıla sarsıla gittim…..
Gittim sanıldı .
Oysa kalbimi koyuverdim ayaklarının
Eşiğinde senin
Senin olduğun yerde
Orda
Korda ….

Yağmurlara yağıyor gülüşlerin …
Kan toplayan devasız bir yaraydı
                                               Gittiğim yollar
Ay hüzündeydi, muavin cemal hüzünde
Dokunaklı türkülerin melül eşliğinde
Eğip başımı camden bir omuza
Rüyamda seni darda göre göre gittim.
Gittim sanıldı .
Oysa kalbimi koyuverdim ayaklarının
Eşiğinde senin
Senin olduğun yerde
Orda
Korda ….

Çoban yıldızı
Sitemimi sen götür yâre
Kimseler duymasın….




1/10/2015

Vivaldi


 


‘’Yıl 1881 yer Sicilya’’ diye başlayan espriler vardı bir zamanlar. Benim öykümün başlangıcı da öyle olsun. Yıl 1999 yer Amsterdam. Centrumda yani şehrin merkezinde bir çatı katı kiralamıştım. Faresi ve haşeresi bol bu çatı katının alt ve üst kiracıları evin eski sahiplerinden daha gürültücüydü. Geceleri dışarıdan gelip geçen gürültülü kalabalığı içen bağıran sokak gençlerini ki çoğu işsiz güçsüz kara benizlilerden oluşmakta, evin içerisinde ki gürültüye katarsak oldukça hareketli akşamlar yaşadığımı söylemeliyim.

Sabahları başlayan günlük maratonumda işten dil okuluna ve oradan eve geldiğimde ‘’evim evim, güzel evim’’ diyecek bir halim dahi kalmıyordu. Komşularımın ve ev arkadaşlarımın eşliğinde ve fare dostlarımı saat alarmı niyetine düşünerek sabaha hareketli bir başlangıç yapabiliyordum. Klasik deyimle Polyannacılık oyunu nasıl oynanır öğrenmeye başladığım günlerdi.

Size biraz isimden bahsedeyim. Bir restaurantın bulaşıkçılığını yapıyordum. Bulaşıkçılık deyip de geçmeyin lütfen. Bir gün gönüllü gelin mekana görün isterseniz. Allahtan soğuğu nadiren yitiren bir ülkedeydim. Yoksa özellikle yaz aylarında o telaş ve koşturmaca çekilmezdi. Aşçı yamağı iki garsonu ile küçük ama güzel bir restorantti. Avrupa sakin ve düzenli hayatı yaşama tarzı ile bilinir. Ben Amsterdam şehrinde bu konforu pek gördüğümü söyleyemeyeceğim. Renkli bir akşam hoş geldiğinde, benimde iş saatlerim bitmiş oluyordu. İşten okula giderken gördüğüm insanlar tramvaylar ışıklar bayram yeri atmosferini anımsatıyordu. Yorgun ve artık bitap düşmüş eve dönüş saatlerimde bu kalabalığın kimi caddelerde daha da artmış olması bana adeta Avrupa şehrinde yaşadığımı tekrarlıyordu.

Haftanın üç günü dil okulundan arta kalan saatlerde, iş saatimin bitiminin ardından yine Amsterdam’da bir barda tanıştığım Remzi ile bir başka bara uğradık. Birlikte yaptığımız sohbetler haftada bir iki de olsa tüm haftanın yorgunluğuna karşın yetiyordu. Dinlendiriyordu belki de farkında olmadan uzun yılların dostluğunu biz bu akşamlarda atıyor oluyorduk. Mini bir sokakta ki bu mekan en çok geldiğimiz yerlerden biriydi. Los ışıklı ortamı ve sakinliği ile bize geniş sohbet imkanı sağlıyordu. Geleceğe dair… iş, evlilik, çocuk hayallerimize... her masasına olduğumuz süslü cam kavanozlarda ki masa mumları bu sohbetimize şahit oluyorlardı. Remzi Hollanda uyruklu bir kız ile internette chat sohbetinde tanışmış, bu tanışıklığı evliliğe kadar sürdürebilmişti. Bana doğru gelmiyordu. Böyle bir ilişkiyi sağlıklı bulmuyordum. Ama Remzi aşık olduğunu, onsuz yapamayacağını söyleyince bu düşüncemi paylaşmaktan vazgeçtim. Avrupa ülkelerinde vatandaşlık hakkı kazanmak oldukça uzun ve yorucu bir takip gerektiriyordu. Hatta kimi zaman Remzi bir taş ıle iki kuş vurduğunu söyler gülerdi…

Şehir çocuğu olmama karşın bisikletle burada tanışmıştım.benim çocukluğumda  daha çok  hali vakti yerinde olanlar  çocuğunun bisikletini ihmal etmezdi. Remzi’yi tanımamla aynı dönemlere rast gelmişti mor bisikletimle arkadaşlığım. Remzi ile yine demlendiğimiz bir akşam saat gece yarısına yaklaşırken eve koyulmak üzere ayrılıyorduk ki , ben bisikletime binerken yeni arkadaşım soruverdi..

‘’ya dostum aşk var mı aşk? ne olacak senin bu halin?

‘’yo be arkadaşım. bu devirde aşk mi kaldı ‘’ diyerek yanıt vermiştim.

Sonra selamlaşıp ayrıldık. Yolum bitmek üzereydi ki. O an bir farklılık yapmak istedim. Bisikletimden inip yürümeye başladım. Bu kez mor bisikletim bana arkadaşlık ediyordu. Kapısı görünen evime girmek yerine arka sokağından dolanarak gitmeyi tercih ettim. Evimin arka sokağı olmasına rağmen ilk kez bu yoldan geçiyordum. Yol boyu ilerledikçe salonlarında rahat koltuklarında abajurlarını yakmış kitap okuyan karı-kocalar, bilgisayar başında çalışan ya da belki de gezinen aile üyelerini röntgenci edası ile izleyerek morumla birlikte yürüyorduk. Aile ortamlarını görmeyeli uzun zaman olmuştu. Gerçi benim anımsadığım aile akşamlarıma uymuyordu bu manzara ama salon birlikteliği hep aynıdır.. sokağın sağ basında duran iç kısımdaki iri bina dikkatimi çekti. Adımlarımı sıklaştırdım. Yanılmamıştım düşündüğüm gibi bu eski tas yapı bir kiliseydi. Herhangi bir ışık yoktu. Hatta ürkütücü bile denilebilirdi. Bahçe kapısı açıktı. Arkadaşımı alçak bahçe duvarına yasladığım gibi demir kapıdan içeri süzüldüm. Yanlış mı görüyorum diye şaşaladım. Bu saatte kilise kapısı açıktı. İçeriden piyano sesi geliyordu. Korkusuzca kafamı içeri doğru salıverdim. Öyle değil midir? benim memleketimde ibadet yerlerine izin alınmadan girilebilir!.. Piyano çalan bir bey gördüm ve onu dinleyen bir kadın. Rahiplerin giysi odasının kapı aralığından eşikte durmuş adamı dinliyordu. Adamda kendinden geçmiş elleri piyanonun tuşlarında çalıyordu… Sırtı onu dinleyen kadına dönük bir şekilde bana hafifçe yan  oturuyordu.Karşımda ki adama çok uzak olmayan bir yere oturdum kadına başımla selam verdim. Sade krem rengi elbisesi ile  birlikte yüzünde ki masum ifadeden genç bir  rahibe olabileceğini düşündüm.bu geç saatte neden burada olabirdi acaba diye düşünmeden edemedim. O da selamıma karşılık olarak   başı ile karşılık vermişti. Vivaldi nin bestesini çalan bu adam bende hayranlık uyandırırken ,birazda  içkiyi  kaçırmanın rehaveti içinde dinledim.

piyano oldukça eskiydi.belli ki gündüz yahut hafta sonları o oval rayda ki  perde çekildiğinde bu eski piyano gizleniyor.o gür ve etkili sesi ile org meydana çıkıyordu.

Yaklaşık 10  dakika sonra bu mini konser bitince piyanist birkaç saniye öylece durup bekledi. Aniden bakışları bana yönelince toparlanma ihtiyacı hissetmiştim. Ama yerim rahattı sanırım. Bu toparlanma çok da başarılı olmamıştı.

“Merhaba” dedi kendi dilinde. “Bu saatte ne getirdi seni buraya?” yarım yamalak dil tecrübemle; “Affedersiniz… çok güzel çalıyordun” diye yanıt verdim.

Yanıma doğru yaklaştı ben de ona doğru adımlarımı attım. “Teşekkür ederim adım Frank, siz?”

“Merhaba ben Yener” samimi bir ses tonu ile bana oturalım dedi. Yer gösterdi birlikte oturduk. Göz üçü ile kadını kontrol ettim. Orda değildi. Anlaşılıyor ki o da odasına çekilmişti.

“Konuşmak istersen” dedi, adam;

“Biraz lisanınızı biliyorum” dedim tebessümle…

“O halde ben konuşayım” dedi.

“Çok güzel olur, dinlerim. Anlamam iyidir” dedim.

Hayret! Adam da sanki gecenin bir vakti biri gelse de muhabbet etsek durumundaydı. Olsun diye geçirdim içimden. Olsun bu gecemin de bir farkı olsun… Frank anlatmaya başlamıştı bile;

Çocukluğundan başladı. Kısaca annesine olan sevgisini, ailesini, nerede yaşadığını; Ateist bir baba, Agnostik bir anne ev ortamında çoğu mantık ve gizem sohbetleri ve kuralları ile geçen bir çocukluk. Uzunca anlattığı okul yılları, sıkı dostlukları, hatırlı öğretmenleri neredeyse iki saat geçmişti. Anlayabildiklerim ölçüsünde aşkları… politik üniversite yıllarında ki kavgaları. Farkında olmadan kaykıldığım yerde içim geçmiş, aniden doğrulup kendime gelmeye çalıştığımda önümde kahve fincanları ile bekler buldum kendisini…

Sonra Maria’ya sıra geldiğinde cümlelerin hızı yavaşladı, özenle kuruyordu cümleleri daha çok anlamamı istercesine. Belli ki üniversite yıllarında tanışmıştı Maria ile. Dindar Katolik bir ailenin kızıydı Maria. Çok heyecanlanıyordu her ismini söylediğinde kızın. Anlaşılan bu hayata dair derin yarası bu Maria denen bayan olmuştu.

Durdu yine kahvesi henüz yarı olmamıştı. Ben biten fincanımı yere koydum.

-Ne oldu Frank, sonra ne oldu? Biliyorum ki senin için çok önemli bu kadın!

-Ne mi oldu? Hüzünlüydü sesi… Evet üzgünsün.. Neler oldu?

-“Maria  oldu” dedi. Gözleri dolarak. O artık yok.

Bu adamın dengesiz bir tarafı olsa da üzülmüştüm. Az önceki heyecanından eser kalmamıştı. Şaşırdım. Hiç bu kadar duygusal bir Avrupalıya rastlamamıştım.

Sabahın ilk ışıkları, kilisenin camlarından ışık hüzmeleri etrafa şişli bir aydınlık veriyordu. Sessizliği yine ben bozdum:

-Sonra, sonra hiç sevmedin mi? Frank evlenmedin mi?

-Hayır, hiç düşünmedim Yener. Hem de hiç. Sonra peder olmaya karar verdim.

Şaşırmıştım karşımda ki adam peder olabilir miydi?

-Neden böyle bir karar aldın anlamadım?

-Maria Katolik’ti beni ise düşüncesi karmaşık bir genç, bu durumum annemden gelen özellik sanırım. Yirmili yaşlarımın başında ki heyecanımla belki de dinim adına çok samimi düşünmeden bu kararı almıştım. Çünkü Maria’ya ulaşmanın tek yolu bu olabilirdi. Hastalığının son evreleri Maria hep derdi. “Üzülme Frank, üzülme sevgilim, yine buluşacağız.” O zaman öyle düşünüyordum. Öteki dünya varsa Maria beni mutlaka orada bekliyor olacaktı.

-Şimdi ne düşünüyorsun?

-Evet var… ve o beni bekliyor. Ah..Mariam!... Deli bir gençlik kararıydı. Ailem ile çok sorun yaşadım karşı çıktılar, kararıma saygı göstermediler. İlk bu düşüncelerle girdim peder olacağım yolu yürümeye, zor bir yoldu Yener, çok zor… ama değdi Mariam için. Mariam beni Tanrıya ulaştırdı. Başlarda sadece Maria vardı şimdi biliyorum ki beni seven ve beni Mariam’a ulaştıracak olan Tanrım da var. Mariam’a cennetinin en güzel köşelerinden birini verdi. Beni bekliyor sevgilim orada… hizmetle geçirdiğim onca yıl ve işte şimdi buradayım Yener. Hayat çok garip…

Hiç evlenmedin mi?..Çocukların olsun istemedin mi?

Hayır Yener hiç düşünmedim.ben böyle kendimi bulabildim.Kutsal düşünceye bu yalnızlığımla inandım.

-İnanıyorsak hep varız, var oluruz Peder Frank… dedim tebessümle…

O da tebessümle cevap verdi.Bu yaşlı adamın sabah olmasına ve geceden uykusuz olmasına karşın o neşeli tebessümü banda umut vermişti.

-Ara sıra uğra Yener, konuşalım ben Mariam’ı anlatayım sana, sen kendi hayatını olur mu?

-Olur, Peder sevinirim. Dedim. Kalkıp tokalaşarak ayrıldık. Dışarıdan sabahın hareketliliğinin başladığına dair araba ve okuluna gitmekte olan çocukların gürültüleri geliyordu. O da notalarına doğru yöneldi tekrar.

Kilisenin kocaman cami  sabahın ışığı  ile öylesine bir cümbüş arzediyordu ki ; muhteşemdi  mavinin sarının kızılın tonları  sabah neşesi ile doluyordu iç mekana hıristiyanlığı sembolize eden geometrik şekiler bu geometrik şekilerlin özelliklerini  Ankara ‘daki öğrencilik yıllarımda arkadaşım olan  Leyla dan duymuştum.Bu konuda tez hazırlamıştı;

 

Notre Dame Katedralinden bahsetmişti.ilk o zaman duymuştum kilise mimarisi hakkında detay birşeyler.Bu katedralin cephe diye adlandırılan birçok cami ve bu camlarda herrbirinin ayrı öyküsü olan resimler ıilenirmiş.Kanavice gibi ..

 

Fransız gotik mimarisinin en essiz örneği olarak bilinen Notre Dame, ayrıca ilk gotik katedrallerdendir demişti . Gotik okadarını soramadım.Gotik ne anlama geliyor şimdi bak keşke daha dikkatli  dinleseydim diyorum.Heykellerin ve işlemeli camların ortaçağ Roma mimarı üslubundan sonra pek görülmemiş bir dünyevilik içeriyormuş,

 

Turistler açısından popüler bir yer olmasından başka bu kilise halen bir Roma Katolik katedrali olarakda kullanılır demişti Leyla.Herzaman avrupa tarihine ilgim olmuştur.Leylanın anlattıkları da kiliseleri hakkında aldığım ilk bilgilerden olmuştu. Mesela Batı cephesi diye adlandırılan bölümünde ki pencerede yeniden tahta çıkan İsa'nın ön bakire de dahil olmak üzere yaşayan ve ölüleri yargılaması konu  edilmişken ..Güneyde ki pencerede Yeni Ahit'ten "İsa'nın zaferi" hikaye edilmiş.

Bir gün dünyada ki birkaç ülkeyi gezecek kadar  param olursa ilk isim bu katedrali görmek olacak. Listemde başlarda yer alıyor.

çünki bu eser Avrupa'da özgün eserler olarak kalmayı başarmış sayılı tarihi yapıtlardan biri.

Şimdi bulunduğum bu küçük kilisede katedral kadar olmasada o uhrevi havası ile sarıyordu sizi . Hemen başımı yukarı çevirdiğimde gördüğüm kiliseye göre oldcukça büyük ve gösterişli olan camda gürdüğüm Meryem ana tasfiri kucağında İsa bebeği ile yarattığı  mistik ahenge önceden sönmüş mumların kokusu eşlik ediyordu.

Arkamı dönüp çıkarken aklıma geldi, hemen geri dönüp;

-Frank, dedim.

-Evet, dedi.

-O bayan kimdi?

-Hangi bayan Yener?

Parmağımla işaret verdim… şurada kapının eşiğinde seni dinliyordu gece. Koşarak yanıma geldi, nasıl bir bayandı? Dedi.

Bonesi olan sade bir gecelik yada elbisesi olan beyazlar giyinmiş, saçlarını iki oruk yapmış omuzlarından aşağı kumral bir bayan!!…

Frank şaşırmıştı. Biraz zorlasam kalbinin sesini dahi duymam mümkündü.

Aniden çöktü oturdu. Bu binadan benden başka kimse yok çocuğum! Dedi

-İyi misin? Dedim.

El işareti yaptı. Gitmemi istedi, belli ki yalnız kalmak istiyordu.

Düşünmeden edemedim. Hatta irkildim. O kadının Maria olması muhtemel miydi?

Küf kokan kapıya yönelip çıkmak istediğimde, kapının köşesindeki gösterişli çerçevesi olan levha dikkatimi çekti.

Beni gördüğün için mi iman ettin, gitmeden iman edenlere ne mutlu” Yuhanna 20/24-29

Dışarı çıktığımda bir Amsterdam sonbaharının sabah soğuğu dahi beni ayıltmakta zorlanmıştı. Kilisenin yeşillenmiş eski taslarına bakarken küf kokan kapıyı kapadım. Bahçe kapısına vardığımda mor bisikletim adeta bana gülümsedi. Bir zaman tünelinden çıkar gibiydim. Sokağın diğer başından bisikleti ile yaklaşan kız dikkatimi çekti. Saçları ipek gibi rüzgârda savruluyor, bana hızla yaklaşıyordu. Bisikletimi aceleyle yola  doğru çevirdim.rüzgar yüzümü gıdıkladığında İşte şimdi kendime geldim be!…diye düşünmüştüm.
Hayat akıyordu ve bizler  gecikmemeliydik


öykü
Yalnız Balıklar

OKUMA SERÜVENİNİN İLK ADIMLARI



 
Sırım gibi yağan bir yağmurun ortasında durdunuz mu hiç?

O yağmurda sırım sırım oldu mu ağırlaştı mı omuzlarınız?..

İşte bu harikulade ıslanma‘edebiyat’ın mecazi tarifidir. Edebiyata yön veren kişiler, iç pencerelerini dış dünyaya kapamamış güçlü zihinler ancak kendini öyle bir hissettirir ki kendinizi o ıslaklık içinde buluverirsiniz. Gizemli bir yolculuktur insanın kitaplarla tanışması ve bu yolculuğa başlaması. Kimi zamanı geldiğini anlar ve biner o edebiyat gemisine usulca alır eline ilk kitabını. Kimi bir büyüğünün o zemini hazırlamasını ister bilemez hangi koşullarda ne kadar sürecek bu yolculuk, gözü korkar. Çoğuna ya çok sevdiği öğretmeni vesile olur, ya da annesi, babası yahut bir yakını. Serüvenin başlaması için okuma yazma bilmek kâfidir. Çünkü dinsel ya da ruhsal bir yolculuk değildir bu, kaldı ki bu katmanların bünyemize girmesi ana rahminden itibaren başlar. Bu ilginç serüven kelimelerle tanışmamızın yıl dönümünde, kalemi ilk elimize aldığımızdan itibaren heyecanını bize hissettirir.

Çocuğumuza geceleri parlayan yıldızların altında bin bir masal fısıldarken. Balıkların da konuşabildiğinin hayretine düşmedik mi? Dünün çocuklarının uykularında bir halının üzerinde uçmadıklarını bir lamba ile aydınlanmadıklarını kim bilir. Andersen’in  puslu sisli Danimarka kaldırımlarında kibrit çakarak ısınıp hayaller kurarak derin hayallere dalan  kızı tanıtırken aynı anda dünya çocuklarının da acılarının ve hayallerinin çalındığını öğrenmiştik.  La fonten bize Avrupa’nın demir soğuğunda unutulmuş ormanların masallaşması ile göz kırpmıştı hayatımıza... Hâlbuki biz daha çocuklarımıza siyasallaşmayı öğretmemiştik öğretmek istememiştik. Kurt ile kuzunun çıkar gözeten dostluğu henüz bizi ilgilendirmiyordu; ama benimsedik. İnsanî doğamız bu anlatımı yadsımamıştı; çocuklarımızla birlikte biz de öğrenmiştik.

Masallardan sıyrılırken “Deniz altında yirmi bin fersah” doğu masallarının bin yıldızlı gökyüzünü ve gizemini aratmayacak şekilde okyanusun derinlerine taşımıştı  bizleri. İlk kez denizaltının demirden bir makinenin neler yapabileceğine şahit olmuştuk. Kaptan Nemo’nun neden kaybolduğunu günlerce belki aylarca düşünüp sonra “Esrarlı (bir) Ada”da karşılaştık kendisi ile…
 

Avrupalılar, belki de kendi çocuklarının hayal dünyasına 20.yüzyılın en olağanüstü keşfi olan gizem ve fantastik yaratıcılığı işgal ettikleri doğu ülkelerinden taşıdılar, çünkü Avrupa yeni yüzyılın ilk çeyreğinde, içinde bulunduğu savaş koşullarından yadsınamaz derecede demir ve riya kokuyordu. Topraklar ile birlikte kültürünün içinde var olan masallarının da bir nevi gasp edilerek ve asimile edilerek Avrupa’ya taşınmıştı.

Masallarımızla tatlı uykulara dalmaya alışmıştık. Ancak Avrupa öykülerinden oluşan kitaplar tekrar bizden olanı parıltısıyla gıcırdayan bir formatta bizlere sunarken modernizm ile mistisizmin buluşmasını çocuk yüreğimizde anlamaya çalışmıştık.

Bu yüzden değil midir ki, günümüzün Doğu ülkeleri Avrupalı ve Batılı büyüklerin dünyasında her zaman bereketin kaynağı oldu. Bu günün reel kaosunda ne yazık ki dünün çocuklarının tetiklenmiş hayal güçlerinin de etkisi var. Bizim kadim masallarımızın da...

Tam da doğu ve batı klasiklerden ‘tatlanmış’ hayal dünyamıza ..70 yıllarda gerceklik katıldı. İdealist öğretmen dönem çocuklarının ruhsal bunalımlarını zaaflarını ve ihtiyaclarını çocuk empatisi ile bizlere taşıdı. Çocuklar okuyordu ama artık büyükler de okuyordu. Kemalettin Tuğcu Hoca’nın kalemi eylül yapraklarının yerle buluşmadığı dönemde bile dolu dolu sayfalarıyla yine dolu dolu gelecek vadediyordu. Gizem ve fantazya dünyasından oldukca uzak,kristal bir aynaya bakmamızı sağlıyordu. Öğretmen çocuğu olmanın sorumluluğunu,yetim olmanın toplumdaki yalnızlığını,soğukta aç ve susuz olmanın ne demek olduğunu çocuk yaşımızda bu şekil öğrenmiştik.

1943 de bir otel odasında dünyaya gelen öykü kahramanı “Küçük prens”’in varlığından geçte olsa yine bu yıllarda haberdar olmuştuk . Ama bu kez bir çocuk sonsuzluk vadeden dünyada insan varlığının temelini büyüklerin bakış açısı ile tartıyordu. Hayatı sorguluyordu. Merak uyandırmadan ajite etmeden ruhlarımızda renklerimizi keşfetmemiz için bize tüyolar veriyordu. Çok sonraları tanışacağımız “küçük kara balık”  bize küçük prensi aratmayacak kadar utopik bir dünya görseli sunuyordu sunmasına ama bu ütopyanın altında bizi dürten harakete geçiren ıslanmış ve ıssız kalmış duyguları kurulayan tekrar gün ışığına çıkaran bize çocuk cesaretimizi tekrar kazandıran bir mesaj yatıyordu!..

Çocuk masallarının yaşı yoktur altı yaşında da olsanız onaltı ya da yetmişaltı kitaplar sonzsuluk vadeder ve gercekliğinize sizin kapattığınız pencelerinizi aralamanızı sağlar.

Çocukluğumuzun bizde iz bırakmış masal ve öyküleri  o kadar fazla ki ;ama o muhteşem serüvenimiz bugün bizi bu makaleyi okumaya iten sebeplerin başında geliyor.

Kendi cesaretimiz  ile ya da büyüklerimizin itelemesi ile çıktığımız o ucsuz bucaksız yolculuk bize okunulası bir hayat armağan ediyor. Kitap okudukca beynimiz bereketleniyor. Geleceğimize düşüncelerimiz aksediyor miras olarak kalıyor. Yarın bir gün elektrik ve elektronikler olmayacak. O zaman genetik bilgilerimiz çocuklarımıza yeniden ve yeniden yol gösterebilecek!..

Yağmurun -edebiyatın- omuzlarımızla buluştuğunda bıraktığı ılık ıslaklığı yük olarak değil keyif olarak hissetmek dileği ile
 
şeyda koç
.HECE.

EDİTÖR YAZISI


 

 

 

Bir İstanbul Öykücüsünden…

 

Şeyda Koç, eskilerin deyimiyle ‘Hüda-yı nabit’ bir yazar; kolay, rahat, yalın yazabilen biri.

‘Velûd’ bir yazar aynı zamanda; şiirden romana, öyküden denemeye… yirmi yıllık yazarlık hayatına, farklı farklı alanlarda yedi kitap sığdırmış. Bir o kadar da yayına hazır, kenarda bekliyor.

Şeyda Koç hayal gücü çok geniş bir yazar; öykülerinde de, romanlarında da ‘daldan dala’ atlatıyor okurlarını.

Öykülerinde hemen her konuda, hemen her temada kolayca ve rahatça kalem oynatabilen bir kalem.

Şeyda Koç öykülerinin ortak yönü ‘insan’; yani ‘insancıllık’; insanı, insanlığı, insancıllığı öne çıkartıyor yazarımız.

Hollanda’da yaşamasının da etkisiyle olmalı, yabancıların dünyasına da girerek yazabiliyor Şeyda Koç. Başarılıda üstelik.Ama neyi, nereyi yazarsa yazsın, o bir ‘medeniyet algısı ve bütünü’ içinde yaklaşıyor kahramanlarının dünyasına.

Evet; aslında Şeyda Koç, neyi, nereyi yazarsa yazsın, bir ‘İstanbul öykücüsü’ o; İstanbul’un ruhu, İstanbul’un derinliği, İstanbul’un zenginliği ve kokusu tüm öykülerinde bir şekilde hissediliyor.

Şeyda Koç öykülerinin, okuru ‘içine içine çeken’ ve ‘alıp götüren’ bir ortak paydası da var; öykü kahramanıyla birlikte yaşıyorsunuz, hissediyorsunuz adeta; böyle bir ‘sıcaklığı’ ve ‘içtenliği’ de var öykülerin.

Şeyda Koç’un zorlamasız, rahat, samimi bir Türkçesi var; ‘yaşayan/yaşanan/yaşatan’ bir Türkçe ile yazıyor.

‘Sen Tara Saçlarımı’nın en büyük sürprizi ise İstanbul’u ‘damat’, kendisini‘gelin’ olarak kurguladığı en şiirsel öyküsü Şeyda Koç’un: ‘Damatların En Güzeli’…

Sait Faik için söylediğimizi onun için de söyleyebiliriz: O bir İstanbul öykücüsüdür; nerede yaşarsa yaşasın, nereden yazarsa yazsın, nereyi yazarsa yazsın; o İstanbul merkezli yazmaktadır.

Şeydalı nice öykülere ve kitaplara efendim.

 


Fahri Tuna

Editör

                          04 Mayıs 2014,                                                                                                 Üsküdar, İstanbul

 

TAŞ PLAK

İLK AŞK

ÇEKİN HALATI


Son Anıt


“Bu sabah keyiflisin Frediricht?..”

“Sabah  Mısır’dan, Kahire Vali Said Paşa’dan bir haber geldi, sen yardımcın ile mutfakta yemek hazırlarken.”

“Evet?..”

“Osmanlı Padişahi Sultan Abdülaziz’in emri ile  görüşmeye çağırıldığımı söyledi. Bir siparişleri olacak sanırım.”

“Yani Mısıra’ mı gidiyorsun?..” diye sormuştu  güzel Merim.

“Endişe etme, bir hafta gidiş geliş, en fazla bir ay. Gemi ve bize özel kamara tahsis edilmiş.’

“Senin için sevindim canım… Güzel bir teklif  olur umarım.”

“Umarım Meri, belki şu sıkıntılı günlerimizde biraz olsun elimiz rahatlar. Malum Fransa kolay günler yaşamıyor. Kimsenin sanatsal bir anıt isteyecek ne hâli ne  morali var… “

O gün sabah deniz bir başkaydı sanki. Limana Meri ile birlikte gitmiştik. Sonbahar olmasına rağmen kırık güneş adeta bugün bizim için parlıyordu.

İlk uzun ayrılığımız olacaktı. Mısır, gizemi ve hakkında anlatılanlardan dolayı hep ilginç ve çekici bulduğum bir ülkeydi. Ama mumya ve piramitlerin haricinde sosyal hayatından çok da haberim yoktu. Devlet bünyesinde yapılan bu davet açısından içim rahattı. Söz konusu Sultan Abdülaziz’in daveti idi. Katılmamak kabalık olurdu.

Fransa kraliyeti aracılığı ile elime ulaşan mektuptan sonrası hazırlığım iki haftayı bulmuştu. La Rochelle Limanı her gün olduğu gibi yine kalabalıktı. Denizciler, tayfalar, malzeme taşıyanlar. Hatta kaçakçılık peşindeki korsanlar, hamalları takip ediyor, yönlendiriyordu. Sözde kimse birbirinin işine karışmıyor görünüyor ama sanki gizli bir anlaşma içinde ezberlenmiş işlerini tören edası ile yapıyorlardı. Az sonra bana eşlik edecek Antuan da  görünmüştü. Genç bir heykeltıraş olan Antuan ile bir senedir ortaklaşa çalışıyor, ona tecrübelerimi aktarıyordum. Önceki sene kraliyet balosunda tanışmıştık. Ailevi işleri dolayısı son üç aydır Marsilya’da bulunduğunu, buraya da henüz ulaşan Marsilya gemisi ile geldiğini anlattı:

“Yük gemisiydi dostum, oldukça yorucu geçti. Onu da kaçırsam bugün yetişemezdim. ‘

Marsilya’ya erken gelen yaz günlerinden, lale bahçelerinin güzelliğinden bahsediyordu.  Fransa’nın şu çalkantılı döneminde Marsilya’da olmanın onu şanslı kıldığını söylemiştim. 

Liberal seçmenler mi, kral mı derken, Fransızlar doğuya açılmış, Cezayir’i de Fransa topraklarının eyaleti yapmayı başarmışlardı. Çoğu asil bunun yeni doğan mucize çocuktan olduğu öngörüsünü taşıyordu. Tahtın varisi Berry dükünün  bir oğlu dünyaya gelmiş ve kraliyet ailesinin sürekliliğini  destekleyenler için bu müjdeli bir haber olmuştu.

“Eski Fransa yok sevgili Frediricht” dedi Antuan, ‘Artık yeni bir Fransa doğuyor. Çocuğun olması restorasyonu değiştirmez, o süreç başladı bir kere.”

Ona katılmıyordum. Napolyon’un baskın krallık yönetiminden sonra karın ağrılı bir dönem geçiriyorduk, doğru ama bu dönem de geçecekti.

Meri ile vedalaşma zamanı gelmişti. Gözleri dolu dolu olan güzel karımın ellerinden tuttum.

“Merak etme Meri, döneceğim. Kim bilir, hani şu şehir efsanesi mumyan da olur bir ay sonra, evde ona bir yer ayarlamayı ihmal etme!”

Şakam onun nemli gözlerini güldürmüştü. Sarılıp o masum yüzüne öpücük kondurdum: “Kendine ve oğlumuza iyi bak Meri.”

Antuan az ileride bekliyordu. Ben ona yönelince o da şapkasını çıkarıp Meri’yi selamlamıştı. Birlikte, bizi bekleyen gemimizin merdivenlerine yöneldik. Son dakikalardı . Bağrışmalar ve koşuşturmalar çoğaldı. Ağlayanlar, el sallayanlar… Sonunda gemi kalktıktan on dakika sonra, Meri’nin havada gördüğüm beyaz eldivenli eli de kaybolmuştu.

Gemi yolculuğu yorucu olmasına rağmen hoşuma giderdi. Özellikle akşamları. Rüzgârın sesinde yıldızları seyretmek, ara sıra geminin tahtalarına sertçe vuran dalgalardan ürkmek… Belki bir çift aşığı, güvertede mehtabı izlerken seyretmek!..

Antuan’la kamaramızı bulup bavullarımızı getiren gence bahşiş verip yerleştirdik.  Belli ki delikanlı biz gelene kadar beklemişti. İçimden ‘umarım bahşiş memnun etmiştir” diye geçirdim. “Beklediğine değmiştir umarım.”

Antuan:

‘Ben bittim Frediricht, izin ver dinleneyim. Sana bugün eşlik edemeyeceğim, belki yarın dostum.”

“Sen dinlen. Ben bir şeyler yedikten sonra gelirim. Sorun değil, yolumuz uzun Antuan.”

Ertesi gün ve daha ertesi gün Antuan’ın dinlenmeleri uzadıkca uzadı. Sonunda itiraf etmişti: “Beni deniz tutuyor. Canını sıkmak istemedim. Ama bu yolculuğa da katılmak çok istiyordum” açıklamasını yapmıştı. Anlayışla karşıladım, bu genç ve hevesli sanatcı arkadaşımı...

Belli ki bu uzun yolun hem giderken hem dönüşte tek hevesli yolcusu ben olacaktım. Aklımda yarım kalan projeler ve elimde karaladığım notlarımla güverte günlerim bittiğinde bizi kavurucu bir sıcak karşılamıştı.  Yolculuğun son gününde de hissettiğim bu sıcaklık, Mısır’a, İskenderiyeLimanına vardığımızda hat safhadaydı. Bu ülkede çok kalabileceğimi sanmıyordum. Antuan’a gülerken ben de zor bir durumla karşı karşıya kalmıştım. Böylesi bir sıcağa alışkın değildim.

Mısır’ın Hıdivi Said Paşa’nın görevlileri, kırmızı fesleri ve kıyafetleri ile bizi karşıladılar. Ellerindeki beyaz eldivenleri bir an bana sevgili Meri’min limandaki hüzünlü hâlini hatırlatmadı dersem yalan olur.

Ayaklarımın günler sonra kuru ve sarı bir kumlu çakılın üzerinde ilk buluşması dizlerimi titretmişti. Bir an önce bu karmaşık insan kalabalığından kurtulmak ve yine günler sonra her hangi bir sallantı olmadan derin bir uyku uyumak istiyordum. Etrafımızı çocuklar ve dilenciler sarmıştı aniden, ufak boylu kalabalığın etrafımızda peydah olması beni ürkütmüştü.

Antuan ise adeta Mısır’a sık sık giden gelen biri gibi keyif içindeydi; ‘Bu liberaller esnek oluyorlar’ diye mırıldandım.”

“Efendim Frediricht.. Memnun değil misin. Şu coşkuya baksana ?..”

“Ne coskusu Antuan, gülüp durma, yoksa ceplerinde bir şey bırakmazlar” diye uyardım.

Şaşkın şaşkın bana baktı. Belli ki onu karşılayanların neşeli çocuklar olduğunu düşünüyordu.

Hidiv’in ertesi günü bizi kabul edeceğinin bilgisi verildikten sonra, kalacağımız konak için yola çıktık.

At arabası gemiyi aratmayacak şekilde engebeli yolları hızla ve titreterek gidiyordu. Kerpiç evler, Sıcağa aldırmadan orasını burasını kapatan kadınlarla adamlar. süs eşyaları satanlar, dumanı üstünde ateşe konmuş tencereler, anlamadığımız karışık bir lisanın yükseldiği dar sokaklardan çıkarken, arabayı bırakıp ufak bir deve kafilesi oluşturmuştuk. Gemiden inmemiz ve yola koyulmamız öğleden sonra olduğu için akşam sahrada konaklayacaktık. Yıldızların yağmur gibi yağdığı bir gece geçirmiştik. Mısır günlerimden en net hatırımda kalan da o yıldızların parlaklığıdır. Sabahında muhteşem piramitleri uzaktan seyrederken adeta uçsuz bucaksız sarı bir gök arabamızın altından kayıyordu.

Nihayet Kahire sokaklarına girmiştik. Ezher Üniversitesi’nin yanından geçerken çarşının girişindeki cümbüşe şahit olmuştuk. Tabelada Fransızca Hüseyin Çarşısı yazıyordu. Meydanı geçerek tekrar Kahire’nin büyük evlerinin önünden geçerken nihayet kalacağımız konağa gelmiştik.

Duran arabadan inerken Antuan’ın yolculuk boyunca birkaç kg verdiğini fark ettim. Aslında ayaklarım ve başım yerinde olsa, daha bir çok şeyi fark ederdim, ancak yorgunluğumuz hat safhadaydı. Bizi getiren kırmızı fesli, geniş alınlı, esmer sarı benizli delikanlılar, ertesi sabah bizi alacaklarını söyleyip, konak hizmetlisine selam vererek yanımızdan ayrıldılar.

Konağın sahibesi,  iri yarı ve doğu kıyafetleri içinde gözleri sürmeli bir kadındı. Keten olduğunu düşündüğüm elbiseleri vücudunu sarmalamıştı. Saçları yarım örttüğü başörtüsünün arka kısmından beline kadar iniyordu. Asıl beni şaşırtan bizim dilimizle konuşması olmuştu.

“Şaşırmayınız mösyö, ben bu konağın evlat edinilmiş çocuğuydum. Babam Fransız bir tarihçi idi. Annem ise Mısırlı saygın bir ailenin kızı. Onlar rahmetli olunca bu konak da bana kaldı.”

Hafif batı tarzı konuşmasından, eğitimin konakta oluşturduğu düzenden ve huzur yayan atmosferinden ailesinin ona sevgi ve emek vererek büyüttüğünü görmek mümkündü.

‘Hıdiv (vali) Bey’in konuğu olduğunuzu biliyorum bayım. Sizi en iyi şekilde ağırlamak bizim görevimiz. Endişelenmeyin.”

Hem dilimizi konuşup hem doğu misafirperverliği içinde cümleler kurması kulağıma cazip olduğu kadar esprili gelmişti. Antuan ise durumdan oldukca memnun, kadının arkasından giderken tebessümle bizi dinliyordu.

Avluda el nakışı yastıklarla dolu sedirler vardı. Avlunun dört bir yanını çevreleyen sedirlerin ortasına bakan kısımda  bir şadırvan bulunuyordu. Etraflı ince sütunlardan sarkan beyaz tüllerin haraketliliği ve suyun sesi bir nebze olsun şiddetli sıcağı unutturuyordu. Dar bir koridorun başladığı yerden hemen yukarı çıkan taş  basamaklar, bizi odamıza çıkarmıştı. Gerekli malzemeler hakkında bilgi veren konak sahibesi, izin isteyip yanımızdan ayrıldı.

“İşte bu Antuan, işte bunu hiç beklemiyordum. Odamızda hamam var. Duruma bakılırsa hazır bir şekilde bizi bekliyor.”

“Harika Frediricht. Dışarısı ne kadar sıcaksa içeri o kadar serin. Hamam harika olacak!.. Bu taş ev ve mimarisini de bir ara inceleyelim.”

“Haha hahh!.. Haklısın dostum.”

Doğu tütsülerinden  atmosferi gizemli şark masallarını andıran odamızda hamam  faslı sonrası o gece derin bir uyku çekmiştik. Sabahında alışık olmadığımız ama farklı tatlardan oluşan bir yer sofrası ile uyandırıldık. Odamızda yaptığımız kahvaltının ardından Vali konağına gittik. Karşılamanın ardından Vali bizi odasına çağırttı. Nasıl bir talepleri olacağını kestiremiyordum. Bütün gemi yolculuğum boyunca da bunu düşünüp durdum. Ama yeni bir kültür için aklımda herhangi bir fikir de oluşmamıştı. Vali göbekli, sakallı ama gayet askeri bir terbiye içinde  duran ve konuşan bir beydi. Bizi ayakta ve nezaketle karşıladı:

“Hooş geldiniz!.. Önce ülkeme sonra davetime icabet ettiğiniz için aziz devletimizin makamına!..”

Başımız ile selâmladık: ‘Biz teşekkür ederiz, sayın Vali” dedim.

Said Paşa:

“Malumunuz, Süveyş kanalı artık bizim himayemizde ve yenilenmesi için elimizden geleni yapıyoruz. Osmanlı imparatorluğunun idaresinde bulunduğumuzdan bu konuda Sultan Abdülaziz efendimiz, bir jest de bulunmak istedi. Süveyş kanalı için sizden girişine konulmak üzere Osmanlı’nın gücünün de bir nişanesi olarak anıt yapmanızı istiyor. Beni bu konuda görevlendirdi. Birlikte karar verip görkemli ve iki dünya  insanını da kucaklayan bir umut heykeli olsun istiyoruz. Ancak Sultanımızın istediği devasa ölçülerde ve sanatsal zenginlikteki anıtı şu an mevcut heykeltıraşlar içinde sadece size teklif edeceğimizi biliyoruz. Kendisi de bunu bilhassa önemle istedi.”

“Bu onurlu teklif için minnettarız. Önceden bu bilgi ulaşmış olsaydı. Size yanımızda taslaklarla gelebilirdik. Ancak şunu söyleyebilirim böylesi bir anıt için uzun zaman uğraşmam gerekir; ben ve ekibim için uygun şartlar ancak Fransa’da olacağından mazur görmenizi istirham ediyorum.”

“Elbette sayın Frediricht, anlıyorum. Maddi konuda endişeniz olmasın; Sultan  Abdülaziz sizi fazlasıyla ödüllendirecektir. Zaten kabul etmeniz dahilinde ön ödemeyi tarafıma yaptı. Bittiğinde geri kalanını da ben size gelerek takdim edeceğim. Anıtı buraya uygun koşullarla getirmek için çaba sarf edeceğim.”

Ardından söylenen ödeme miktarını duyduğumda bir sonraki seyahatimin İstanbul olmasını ve sadece bir an için Sultan Abdülaziz için eserler yapmanın hayalini kurmuştum. Hem ben Frederic Auguste Bartholdi olarak ve hem Fransa’nın şanına yakışır  mükemmel bir eser inşa etmeliydim. Görüşme, bir gün sonra tekrar bir araya gelip projeler üstünde fikir alışverişinde bulunmak üzere kısa sürmüştü. Aslında bundan sonrası tamamen benim hayal gücüm ve ekibimin emeği olacaktı.

Port Said Limanı için düşünülen bu anıtın günler ve haftalar boyunca sadece düşüncede şekillenmesi, beni Antuan’ın Piramit gezilerindeki fobilerini “İstanbul’a gidelim” ısrarını ve ben Fransa’ya  gelmeyeyim mızmızlarını dinlerken de devam etti. Konak sahibesi Nejla ile içtiğimiz akşam kahveleri ve nargileler Mısır’ın sıcağını unutturan minderli sedirimiz ve muhteşem yıldız  yağmurundaki akşamlar nihayet bulduğunda, biz yine sallantılı yolculuğumuza geri dönmüştük…

Nejla’nın verdiği ot çayı ile yolculuk sıkıntısını hafifleten Antuan, artık akşamları bana eşlik ediyordu. Meri’m den ayrılalı bir ayı çoktan geçmişti. Ama aldığım teklifin ona bu hasreti unutturacağını düşünüyordum. Gemi yolculuğumuz boyunca Antuan’la çizimler üzerinde çalıştık, taslaklar yaptık. Ortaya çok güzel bir şey çıkacaktı; en son yaptığım kilise için olan çalışmalarım dahi, durum o ki, bu yapıtım yanında sönük kalacaktı.

Yolculukta verdiğim ilk karar, eserin malzemesi yönünde olmuştu. Ortalama doksan metre olacak olan anıtı bakır ve çelik karışımından düşünüyordum. Yıllara ve çetin deniz havasına meydan okuyabilecek şekilde!... Hayatımın belki de en önemli projesi olacaktı. Heyecandan haftalar süren deniz yolculuğumun Antuan’a rağmen nasıl geçip bittiğini anlayamadan. Evimin kapısında buldum kendimi. Ufak camları olan evimin kırık olan kapısından ekmeğin kokusunu alabiliyordum. Arkası dönük mutfak masasında oturmuş çayını içen Meri’ye;

“Bahçede bana eşlik eder misiniz, bayan?...” diye sordum. Yerinden sıçraması ile boynuma atılması bir olmuştu. Sonra narin ve beyaz ellerinin arasına aldı yanık tenli yüzümü. 

“Aahh!.. Frediricht, uzak diyarların korsan denizcileri gibi olmuşsun!..”

Ev hizmetlisi bana masa hazırlamak için işe koyulmuştu ki, Meri ile geniş salonu aşarak arka bahçeye çıktık. Peşimize Fransız usulü ince porselenlerde çaylarımız gelmişti. Paris’in güneşli ancak serin esintisine bırakmıştım kendimi... Çimlerin kokusu öylesi keskin ve ağaçların dalları öyle kocamandı ki…

Meri:

“Anlaşılan sadece özlenen ben değilim” dedi.

Muzip ses tonu   ile;

“Ahhh!.. Meri, bir bilsen; Mısır öylesine çekici bir güzelliği varken,  öylesine karmaşık ki. Hem kör kuyudan çekilecek su gibi hem çölde aranılan bir serap gibi. Ama ben seni çook özledim!”

Bir yıl sonra eseri tamamlamış olmama rağmen ne Said Paşa gelip  Mısır’a naklini yapmış, ne de başka bir yere, ya da Süveyş’e Port Said’e  götüren olmadı. En sıkıntı vereni ise, eserin yapımındaki ekibe ödedeğim ve elimde kalan eseri kaldırdığım deponun kirasını da bana ödenen peşinat ile ancak ödeyebilmiştim. Tasarlanan bu ilk heykel Kızıldeniz ile Akdeniz’in birleştiği yere koyulacak Firavunlar zamanının giysilerine bürünmüş bir kadın şeklindeymiş ve elinde ‘Asya’nın ışığının Mısır’dan geldiğini’ sembolize eden bir meşale tutuyormuş havası verecekti.

Ancak o ışık Batıdan yansıyordu ve gittikçe parıltısı artıyordu; bunun ne Asya ne de Uzak Doğu farkında değildi.

 
ÖYKÜ
Sen Tara Saçlarımı